"Ülkemizde yalancı bulmak imkânsızdır” sözüyle yarışmaya katılsaydım herhalde Yalancılar Kralı olurdum…
Bilim ve teknoloji yönünden gelişmemiş ülkelerin yalanları da niteliksiz olur.
En alt sıralardan en tepeye kadar yetkili / yetkisiz kişilerin yalanlarına bakıyorsunuz, hiçbir özelliği yok. Söyleyen yalan olduğunu biliyor, dinleyen de… Sürpriz ve içerikten yoksun…
Bazen yalan o kadar değersiz oluyor ki, dinleyen “Yahu Allah aşkına şu yalanı öyle güzel söyleyin ki, onun şanına yaraşır bir şekilde inanayım…” Ama boşuna. Çünkü gerçeğe düşman ve yalana inanmaya hazır toplum olduğumuzdan yalancılar kendilerini geliştirmek için bir gayret göstermiyor. Nasılsa her söylediklerine inanan var.
Şimdilik kaliteli yalan beklemek, boşuna.
Üstelik çok basit nedenlerle yalan söylüyoruz. Çalma, çırpma, kamu malını talan etme, seçmeni avutma, eşini aldatma, dolandırma vs… Bunlar, modası geçmiş ve özelliğini yitirmiş yalanlar. Şöyle Halley Yıldızı gibi… UFO’lar gibi, evrensel…
Şöyle sanat ve edebiyatı etkileyecek, felsefenin konusu olacak kadar derin yalanlar üretilmiyor.
Yarışma yapılsa, sayısal olarak en çok yalanın söylendiği ama hiçbir niteliği olmayan yalanlar konusunda birinci oluruz… Muhtemelen.
YALANCILAR KRALINA TAÇ…
Ülke gelişmemiş olunca, yalan söyleyenler de kendileri için fayda elde ediyorlar. Oysa gelişmiş ülkelerde yalan hem söyleyene hem de inanana fayda sağlıyor.
Size şimdi Fransa’da yapılan “Uluslar arası Yalancılar Festivali”nden söz edeyim.
Fransa’da bir kasaba... Nane şekeri üretiyor. Ülke genelinde ünlü… Zamanla etkisini yitiriyor, işler kötüye gidiyor.
“Fransızcada Nane şekerini karşılayan kelime ‘Menthe’ydi. Köylüler biraz da kibirlerinden kendilerine ‘Naneci’ anlamına gelen ama aynı zamanda telafuz edildiğinde Fransızcada ‘Yalancı’ kelimesi olan ‘Menteur’a çok benzeyen ‘Mentheur’ ismini takmışlardı.
Nane şekerinden daha fazla para kazanamayınca köylüler turistlerin ilgisini çekmek için düşünmüş taşınmışlar ve akıllarına takma isimleri gelmiş: Yalancı.” (*)
Yalancılığı ticarete dökmenin bir yolunu düşünmüşler ve bulmuşlar; Yılın Yalancılar Kralını seçip ona taç giydirmek.
Yalancılar Kralı olmak, taç giymek kolay değil, bunun hak edilmesi lazım.
1973 yılından beri her yılın Ağustos ayında yapılan geleneklere göre, sistem şöyle işliyor:
Taştan yapılma “Yalancılar Tahtı”na oturmaya hak kazanan kişi yalan hikâyelerinin anlatıldığı şöyle bir yarışmadan geçer: Tüyleri diken diken eden hikâyelerini, bir gerçeklik taşını öptükten ve: ‘Her zaman, her yerde gerçekleri saptıracağına’ yemin ettikten sonra babacan bir tavırla anlatmaya başlar.” (1)
Bunları yapınca kral olur zannetmeyin, bu hikâyelerin ne kadar nitelikli yalanlara dayandığı, ne kadar iyi ya da kötü olduğu, inandırıcılık değerlerini ölçüp biçen “Yalancılar Akademisi” karar verir.
“Akademinin kendilerine ‘Hile Uzmanları’ diyen 40 kişilik grup, 1634 yılından beri Fransız dilinin bekçiliğini yapan saygıdeğer bir kurum olan ‘Fransız Akademisi’nin üyeleri gibi kırmızı ve beyaz kıyafetler içinde, öğrencileri kırmızı, kadınları beyaz takkeler takarken erkekler de kırmızı şapka takarak yerlerini alıyor.” (1)
Yalan için değerlendirme yapan bu jüri çok adaletli ve ahlaklıdır. Hatalı karar vermemeye çok özen gösterir. Değerlendirmede hatayı sıfıra indirmek için şöyle bir yöntem kullanıyorlar:
“Her hikâyenin sonunda, bir çuvala kepçeyle iri taneli tuz dolduruyorlar, hikâye ne kadar iyiyse çuvala giren tuz da o kadar çok oluyor. Sonunda yalan arsızı, en ağır çuvalın tespit dilmesiyle kazanıyor…” (A.g.e)
İşte buna “yalancılar Kralı” olarak taç giydiriliyor.
Kasaba yıl Ağustos ayında yüz binlerce kişiyi ağırlıyor. Ekonomisi tıkırında… Yalancılığı bir sektör olarak işledikleri için ekonomi kazanıyor.
Söyledikleri ve uydurdukları yalanlar boşa gitmiyor. Kasabalarını kalkındırıyorlar.
Eğer bu yarışma bizde yapılsaydı ve “Ülkemizde yalancı bulmak imkânsızdır” sözğyle katılsaydım, herhalde Yalancılar Kralı olurdum…
- Yalana Övgü. Claudia Mayer
YORUMLAR