“Benim Sâdık Yârim Kara Topraktır”
Sadık Yalsızuçanlar
Âşık Veysel’in en çok bilinen, yıllardır dilden dile, gönülden gönüle söylenen, dinlenen şiirinden birisi, Kara Toprak’tır. Kendi sesinden icrasının da neşveyle dinlendiği bu güzelim eserde, Veysel, dört unsurdan biri (toprak) üzerinden bütün bir oluşu ve insanî tekamülü anlatır. Su, hava, ateş ve toprak… Kadîm irfanda, nefsin dört makamını temsil eden bu unsurlara, “anâsır-ı erbâ” denir. Dört unsurdan toprak, nefs-i mutmainnenin (Hakkın hakikatine ulaşmış, onunla doymuş benlik) karşılığıdır. Kuran’da, benliğin dört düzeyinden söz edilir : Nefs-i emmâre (emreden, kötülüğe yönelten), nefs-i levvâme (kendini kınayan nefs), nefs-i mülhime (ilhama açık ve hazır hale gelmiş olan nefs) ve nefs-i mutmainne. Bu düzeyde nefs, sadece Hakkın gerçeğiyle tatmin olur. Su, hayatın kaynağıdır. Kuran’da, “biz hayatı sudan yarattık” buyurulur. Varlık’ın ilk surete gelişi, su iledir. Su, hakikatin temsilidir. Su, Ehl-i Beyt-i Mustafa’nın (sav) hakikatini yansıtan sembolik bir anlama sahiptir. Su, hem temiz hem temizleyicidir. Hava, benliğin dört ana makamından biridir. Ateş de temizleyicidir. Toprak ise, bedensel varlığın kökenidir. Toprak, tevazuun imajıdır. Bir Âşık Yunus ilahîsinde, “Sordum sarı çiçeğe, annen baban var mıdır / Çiçek eydür derviş baba, annem babam topraktır” denilir. Bu, seyr ü sülük tecrübesi yaşayan kişinin, varoluş aşamalarının kökenine kadar indiğini gösterir. Bedensel köken topraktır ve derviş, kendi varoluş mertebelerinin menşeine kadar gitmiştir. Toprak, “Allah’ın haşyetinden yarılan ve bağrından su fışkıran taş”ların ovalara doğru parçalanarak inmesidir. Bir sonraki aşamayı ima eder. Suyla ufalanan ve ovalara inen toprakta bitkiler yetişir. Ağaçlar, dallarından meyveler uzatır insanoğluna. Toprağa atılan tohum yeşerir, insanın ve diğer canların beslenmesini temin eder. Suyun olmadığı yerde, abdestin toprakla alınması, anlamlıdır. Toprak, “aşağı âlemlerin en aşağısıdır” aynı zamanda. Toprağa secde edilir. Toprağa alın koyan kul, Hakkın sonsuz ve mutlak eşiğine yücelmiştir. Sadece Allah’ın yüksek huzurunda toprağa alın konur ve kulluk secdesi edilir. Burada insanın en çok alçaldığı yer, gerçekte insanî olarak en çok yüceldiği düzeydir. Bir rivayette Hz. Musa, “Yarabbi, Sana nasıl daha çok yakınlaşabilirim?” diye sormuş ve Haktan şu cevap gelmiştir : “Bana, Bende olmayan bir şeyle yakınlaşabilirsin.” Hz. Musa, “Sana ait olmayan bir şey mi var Yarabbi?” “Evet ya Musa, zillet… Yani Hakkın huzurunda alçalma.” Bu, bize, Alak suresindeki âyeti hatırlatmaktadır : “Secde et, yakınlaş.” Secdede alın, toprağa konmalıdır. Toprak, kul ile Hakkın yakınlık menzilidir. “Toprak olmak” tabiri, irfan sözlüğünün en güzel deyişlerindendir. Toprak, hayatiyetine kaynaklık ettiği canlılarca çiğnenir. Yerdir, yerdedir ve alçakgönüllülüğün en güzel yansımasıdır. Niyazî-i Mısrî, “dervişlerin en alçağı, buğday içinde burçağı, Mısrî denen şol balçığı, her bir ayak basmak gerek” derken bunu ima etmektedir. Hakikat kapısının ilk adımı toprak olmayı gerektirir. Eşik de böyledir. Hz. Yunus’un kaçtığı dergâha tekrar döndüğünde, başını kapı eşiğine koyduğunu hatırlayalım. Derviş, kapı eşiği demektir ve Hz. Yunus’un boynunun makamıdır. Bu yüzden çiğnenmesi hoş görülmez. Hz. Mevlânâ’nın yedi öğüdünden birisi, “tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol”dur.
İnsan, kaynağı toprak olan bedeni ve Rahmanî soluk olan ruhuyla bir bütündür. İnsanî ruhun bedeni denetleyebilmesi yani toprağı da bir tür cana dönüştürmesi, hayatın en yüce amacıdır. Pir Sultan Abdal, bir nefesinde şöyle der : “Eger gögerüben bostan olursam, bu halkın diline destan olursam, kara toprak senden üstün olursam, ben de bu yayladan Şah’a giderim.” Kara topraktan üstün olmak, ruhun, bedene galebesini ifade eder.
Veysel, Kara Toprak şiirinde, toprağın yakınlık yeri olduğunu, “dost” tabiriyle ima eder. Kara, mutlak birliğin (tekliğin/ehadiyyetin imajıdır) rengidir. O halde, insan, “kara” toprakta Hakkın yüksek huzurunu bulmaktadır. Şiir, “dost dost diye nicesine sarıldım, benim sâdık yârim kara topraktır” diye başlar. İnsan, bu âleme, Dost’u aramak ve bulmak üzere gelmiştir. Gerçek Dost’u… O’na ulaşana kadar uğradığı her şeyin bir geçit olduğunu bilmelidir. Sahte dostlardan kurtuldukça hakikî Dost’a yakınlaşılır. Her şey yavaş yavaş yok olarak gerçek maksut ortaya çıkar. Bu arayışta, “beyhude dolanır, boşa yorulur” insan, çünkü gerçek yâri/sevgilisi, kara topraktır. Bedensel varlığının yani bir bakıma özünün kaynağı topraktır. Toprak, bu niteliğiyle, belki de semâdan daha çok yakındır Dost’a.
Dost, Haktır. Varlığın içine Hak, dışına halk denir. Varolan, Varlık’ın isim, sıfat ve fiil düzeyinde yansımasıdır. Varlık açılır, varolanlar belirmeye başlar. Hak, Kendini izhar eder, açığa çıkarır, halk görünür. O dost olunca her şey yârdır. Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine sohbetinde, Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır” der. Ve kademe kademe dostlukları anar. Komşuya dost. Kendi vücuduna dost. Tarihe dost. Coğrafyaya dost. Ormana, ağaca, kurda kuşa dost… Bütün bu dostluklar, Dost’a yakınlığın sonucu ve gereğidir.
Veysel’e göre, insanın en sâdık dostu, topraktır. Şair, “nice güzellere bağlanmış ama ne bir vefa görmüş ne de fayda bulmuş, her türlü isteğini topraktan almış”tır. İnsan, gerçek dostu bulana kadar pek çok güzele bağlanır. Çünkü Varlık’a, var olandan ulaşılır. Dost’un birincil özelliği, vefadır. Vefa, ahdine sâdık olmak, kaynağını bilmek, O’nu tanıyarak yaşamaktır. Vefası olmayanın dostluğu da yoktur. O’ndan insana bir “fayda” gelmez. Yine redife dönülür: Benim sâdık yârim, kara topraktır. Vefası olan topraktır. Toprak, hem insanın kaynağı hem de sonuçta dönüp dolaşıp bağrına döneceği ve emanetini bırakacağı zemindir. Toprak almadan verir, insanın her türlü istek ve ihtiyacını karşılar : “Koyun verir, kuzu verir, süt verir. Yemek verir, ekmek verir, et verir. Üstelik, kazmayla dövmeyince kıt verir…” Toprağı kazmayla havalandırınca, karşılık beklemeksizin sürekli verir. Bu yönüyle toprak, Efendimiz’in (sav), İmam Âli’nin makamıdır. Turaptır. Her türden cefaya maruz kalmasına rağmen hep cömert ve bağışçıdır. Lütfeder, ihsan eder, bağışlar… Toprak, bünyesinde bitkileri, otları, buğdayı, arpayı, sebzeyi, meyveyi barındırır. Otu, koyun yer, kan ve dışkı arasından onu süt olarak geçirip insana ikram eder. Topraktan buğday alınır, ufalanır, dövülür, hayatın kaynağı ve hakikatin sembolü olan su katılarak hamur haline getirilir, fırınlarda pişirilerek ekmeğe dönüştürülür. Koyun ot yer, et verir. Toprak, bütün bunları, kazmayla dövülerek yapar.
“Âdem'den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır”
Sanskritçede, Adamah, “kırmızı toprak” anlamına gelir. Âdem, topraktır, topraktandır. Âdem’den bu deme neslin gelişi, insanın, tekamülle/devirle bugünkü suretini alıncaya kadarki süreci ima etmektedir. Âdem ölür, bedeni toprağa karılır, o topraktan başka bir beden yaratılır. Ârifler, insanın bedeninin yaratılışında nereden toprak alınmışsa, öldüğünde de oraya defnedildiğini söyler. O toprak, bir bakıma Âdemoğlunun neslini de taşımaktadır. Bu toprak aynı zamanda, bedeninde karıldığı Âdemoğluna türlü türlü meyva yedirir. Kudret eli, topraktan insana türlü nimetler uzatır. Böylesine güzel ve leziz nimetler uzatan toprak aynı zamanda Âdemoğlunu tepesinde gezdirir. O halde en gerçek dost, kara topraktır.
İnsan, toprağın karnını kazmayla, belle yarar. Yüzünü tırnağıyla eliyle yırtar. Ama o, kendisine bunları yapanı gülle karşılar. Bu özelliğiyle toprak, sadakaların en büyüğünün, insanın bizatihi kendini Hakka tasadduk etmesi olduğunu da bize anlatır. Sadece vermek, karşılıksız sunmak, almadan bağışlamak gerekir. Tıpkı toprak gibi. Her türden eziyete, belaya, sıkıntıya ve tahkire karşı gül atmak gerekir. Hz. Yunus’un dediği gibi, “Kim bize taş atar ise, güller nisar olsun ana.” İşkence yaptıkça gülen, bir çekirdeğe dört bostan verendir toprak. Bu yüzden en sâdık yâr, odur.
Veysel, havaya bakanın hava alacağından söz eder sonra… Havaya bakmak, kibri ima eder. Havalanmak… Argo ifadesiyle, “havaya girmek”. Ayrıca hava ile heva iması da yapılmış olabilir. Benliğin tanrılaştırılması, insanın kendini hakikate kapatması, adeta yok etmesidir. Toprağa bakan, dua alır. Toprak gibi olan sevilir, sayılır ve bereketlenir. Saygıdeğer hale gelir. Toprağa bakmak, varlığa hizmet etmektir. Topraktan ayrılan insan nerede kalabilir ki! “Topraktan ayrılsam nerde kalırım?” mısraıyla, Rahman sûresinin otuz üçüncü âyetine telmihte bulunur gibidir : : “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç olmadıkça geçemezsiniz.” O halde en sâdık yâr, topraktır.
İnsan, her şeyi Hak’tan istemelidir. O, sonsuz ve mutlak cömerttir; varlığı hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin Kendisine ihtiyaç duyduğu Yaratıcı’dır. Veysel, “dileğin varsa iste Allah’tan” der. “Ayakkabınızın bağına varıncaya kadar O’ndan isteyin” emrini hatırlatır. İsterken, “topraktan uzak gitmemek gerektiğini” de söyler Veysel. Çünkü cömertlik, toprağa Hakkın bir bağışıdır. Gerçekten de topraktan her şey istenebilir. Yeter ki istemesini bilelim. Nitekim, toprağı da Hak bilip saygıyla, o âlemin yasalarına uyarak davranan herkes, toprak eliyle dilediğine ulaşır.
“Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır.”
Hakikat apaçıktır. Şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir. Güneş gibidir. Güneşi belirtileriyle yani ışığı ve ısısıyla her zaman her yerde bilebilir, görebiliriz. Çıplak gözle bakıldığında ise körleşiriz. O halde aleme gönül gözüyle bakıldığında, “Nereye dönerseniz Allah’ın veçhi (yüzü, zâtı) oradadır” buyruğundaki gibi her şeyde, her zaman, her yerde Hak görülebilecektir. Kul olmuş yani her türlü Rububiyet vehminden arınmış kimse Allah’a yakındır. Allah da, her türden rablık vehminden kurtulmuş kuluna yakındır. Allah’ın bir ismi de, el-Karîb’dir. Yakın olan, yakınlaştıran demektir. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Seven zaten yakındır. Yakın olma arzusundakilere ise, “secde et, yakınlaş” buyurulmuştur. Secde yakınlık sebebidir. Kul, Hakka bir adım yaklaşsa, Hak, kuluna bir arşın yaklaşır. Kul, Hakka yürüse, Hak, kuluna koşar. Bir yarı yol karşılaşması gerçekleşir ki ona menzil denir. Secde bu menzillerin en güzelidir. Secde mahalli olan toprakta Hakkın gizli hazineleri vardır. Fizik-metafizik ayrımı gözetmeksizin bakıldığında Veysel’in hem toprakta(n) biten nimetleri hem de toprağın sembolik anlam dünyasını ima ettiği rahatlıkla söylenebilir.
Toprak, kusurlarımızı gizler, yaralarımıza merhem olur ve kollarını açıp bizi daima gözler. Mesele, bu sırra mazhar olmaktır. Bu gize ulaşan, dünyaya ölmez eserler bırakır. Veysel, şiiri şöyle bitirir : “Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır.”
“Uzun, İnce Bir Yoldayım…”
Âşık Veysel’in, sehl-i mümteni bakımından en dikkate değer manzumelerinden olan Uzun ince bir yoldayım”, kâinatın ebedî çarkları üzerinde bir oyun, bir oyalanmadan ibaret olan bu dünyadaki “yol”culuğumuzu anlamlandırır. İnsan bir yolcudur. Kadîm olandan gelen, ebedî oluşa doğru giden, son durağı cemâl olan bir yolcu… “Bu dünya”daki yolculuğu ise, anne rahminden, dünyadan, kabirden, berzahtan geçer, sonsuz azap veya mutluluğa doğru yürür. İnsan, dünyada yol’unu bulmak zorundadır. Yolcu yolunda gerektir. O halde öncelikli olan yoldur. Hatta yolda yoldaştır. Önce refik, sonra tarik, denmiştir. Şair, “yol odur ki, hakka vara…” der. İnsanın içindeki Hakkı keşfedebileceği bir imkan olarak bu dünyadaki yolculuğu, gerçek yolu bulmasıyla mânâ kazanır.
Veysel, “uzun, ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece, bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum gündüz gece” diye başlar.
Yol, sadece uzun değil incedir. Kıldan ince kılıçtan keskincedir.
Yol uzundur, tehlikesi çoktur. İnsan “doğru yol”da değilse bu uzunluk daha da artacak, menzile vardırmayacaktır.
Veysel’in ima ettiği daha derin bir hakikat de var : Yol, sanıldığının aksine bu dünyada göz açıp kapayıncaya kadarki gibi kısa değildir, uzundur. Çünkü insan, hayvanî nefsten insanî ruha dönüşmek üzere buradadır. Bu dünya ile yüce âlem arasındaki sarkaçta insan, upuzun ve ince bir yoldadır. Yolun uzunluğu, devri imâ etmektedir. İnsan, hakka layık ve ehil bir hale gelinceye kadar yolculuk sürer. Bir damla sudan kâmil insana dönüşene kadar devam eder. İnsan bir tecrübede kemale eremezse başka bir tecrübe için beklemelidir. İnsanın bu dünyadaki eylemlerinin toplamı suretinde gelecek olan Azrail, kişiyi o toplamın suretine dönüştürecektir. Oysa, “O’ndan geldik, dönüşümüz O’nadır”daki dönüş haline dönüşmüş olmak gerekir. Bilge şöyle yakarmıştır : “Yarabbi, Sen’den temiz, ağırlıksız ve hafif geldim, Sana ancak böyle dönebilirim, beni bu hale dönüştür…” Bir tecrübede bunun gerçekleşmesi imkânsızdır. O halde insanın devri kemale erinceye kadar devam edecek, “devredip geldim cihana, yine bir devrân ola, yıkıla bu ten sarayı, virân ola” haberindeki gibi deveran sürecektir. İnsan bu dünyadaki yolculuğunu ancak Cemâl’e gidebilecek kıvama gelinceye kadar sürdürür. Yol bu yüzden uzundur.
Yol, aynı zamanda incedir, inceliklidir. Kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Şair’in dediği gibi, “erenlerin yolları inceden inceyimiş, Süleyman’a yol kesen şol bir karıncayımış…”
Durup dikkatle bakmak, karınca sabrıyla devam etmek, bir karıncaya ulu nazarla bakmak, benliğin tuzaklarından kurtulmak, binek olan nefsi denetim altına almak, içte, dışta (iç-dış ayrımından da giderek kurtulmak) Hakkı görmek, bilmek, bulmak… Bunun için incelik şarttır. Yol, incedir çünkü Hakka varabilmek için tesviye olmak gerekir. Parmenides’in dediği gibi, “şeyler, nereden nasıl geldilerse, dönüşleri oraya, o şekilde olacaktır. Dönüş için geldikleri hale bürünmeleri gerekir. Bu yüzden arınmaları zorunludur. Bu sebeple kefaret ödemek zorundadırlar.” Aslında, “uzun, ince yol”un özeti budur.
İnsan, uzun, ince yolda, gece-gündüz gitmektedir.
Bu dünya cemal-celâl karışıktır.
Hz. Pir Sultan’ın dediği gibi, “dünya durulmaz…” Hem bir uğraktır kalınmaz, bir köprüdür yerleşilmez hem de bulanıktır, durulmaz.
Yol, geceli gündüzlüdür, acının tatlının içiçe geçtiği, kaotik bir yerdir.
Eziyet ve refah birliktedir, musibet ve saadet beraberdir, yalanla doğru aynı vitrindedir… İnsanın “yol”daki dikkati, celalin de aslında cemâl olduğunu bilmeyi sağlamalıdır. Kaldı ki gece yani celal tecrübesinden geçmeksizin gündüze yani cemale ulaşmak imkansızdır. İnsan, bu yolda gece-gündüz gitmektedir, bir bakıma zaman da devretmektedir.
Çünkü zaman ardışık değil kürevîdir. İş başa dönecek, insan, dünyaya gelişindeki haline dönüşüp Hakkın sonsuz ve mutlak varlığında kaybolacaktır. Ârifler, ölümü, cemâle gitmek olarak niteler. Hz. Yunus, yolun sonsuzluğunu ima ederek, “ölümden ne korkarsın, korkma, ebedî varsın” der.
İnsan, bu dünyada gece-gündüz gitmektedir, bazen celal sillesiyle terbiye görmekte bazen cemal bağışıyla ödüllendirilmektedir. Celalde cemâli görünceye kadar sürecektir bu yolculuk.
“Bilmiyorum ne haldeyim”, Veysel’in hem engin tevazuunu hem de, çoğu insanın ne halde olduğunu bilmeden yolculuk ettiğini ima etmektedir. İnsan, bu hayatında, “nereden gelip ne hale büründüğünü ve nereye gitmekte olduğunu” görmedikçe yolculuk devam edecektir. Ne halde olduğunu bilmeyenler, Hz. Mısrî’nin dediği gibi, gerçekte “insan” değildir. : “Nerden gelip gittiğini bilmeyenler hayvan imiş.”
Veysel, ne halde olduğunu kuşkusuz bilenlerdendir. Uzun ince bir yoldayım diye başlayan şiiri zaten bu meseleyi çözmüş birinin ruhî deneyimlerini hikâye etmektedir. Kendi derdini söyleyen bir şair olarak Veysel, ne halde olduğunu en iyi bilendir.
“Dünyaya geldiğim anda, yürüdüm aynı zamanda…”
İnsan bu âleme, nefsanî terbiye görerek olgunlaşmak üzere gelmiştir, bu yüzden doğasındaki manevî nitelikler bakımından bu tecrübeye hazır haldedir, yani aynı zamanda yürüyebilmektedir. Birçok canlının aksine bazı metabolik işlevleri zamanla gelişir insanın ama manevî doğasının içerdikleri bakımından bu hayattaki deneyimlere hazırdır.
Dünya, adı doğum ve ölüm olan iki kapılı bir handır. Burada sürekli durulmaz, yoldayken kısa bir süre dinlenmek üzere kalınır. Dünya, bir geçittir, berzahtır. Dünya bir köprüdür, oraya yerleşilmez, buradan öte yakaya ulaşmak için gelip geçilir. “İki kapılı bir handa gece gündüz gitmek”, yolculuğun sürekliliğine gönderme olarak okunabilir. Demek ki ölümle yolculuk sonlanmıyor, aksine bu handan, hanın sınırlarından tümüyle kurtulana kadar sürüyor. İnsan, Haktan geliyor, Hakka dönüyor. Ölümüyle Hakkın cemâline karışana değin bu döngü sürüyor.
Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyurulmuştur. “Uykuda dahi yürümek” gâfil yolculara bir atıftır. Durmayan yolculuk, uykuda da devam etmekte. Dünyanın büyüsüne kapılmışlar için, kalmaya sebep aramak da anlamlı görülebilir. Bu hal bu melalde insan, gidenleri görmesine rağmen, -uyanmamış olduğundan- yolculuğu gafletle sürdürmekte… Burada uyanmanın ölümle mümkün oluşu ilginç görünebilir. Ârifler, bu ölümün, kişinin nefsânî olandan kurtulması şeklinde yorumlar. İnsan, kötücül benliğin denetiminden çıktığında, insanî ruhun iklimine girdiğinde ölmüştür. Bu yüzden, bilgeler, ölümü, bir kavuşma olarak niteler. Hz. Mevlânâ, ölüm anına “şeb-i arus/gerdek gecesi” der. Ölmeden evvel ölenler bir daha ölmez.
Veysel, sonrasında bizatihi kendinden söz eder :
Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece
“Ova, dağ ve çöl”, dünyanın halleridir. Düzdür, engellidir, kuru ve susuzdur. Bazen serindir, bazen yeşil, bazen kara. Durgundur, sâkindir, sessizdir kimi zaman, kimi zamansa rüzgârlı, fırtınalı ve ıpıssız… İnsan, burada gurbettedir. Hz. Pir Sultan, bir nefesinde, “karşıda görünen ne güzel yayla. Bir dem süremedim giderim böyle. Elâ gözlü pîrim sen himmet eyle. Ben de bu yayladan Şah’a giderim” der. Şah, Allah’tır. O’ndan geldik, dönüşümüz O’nadır. Dünyayı yaylaya benzetir Pir Sultan. Yayla, yazın geçici bir süre konaklanan bir yerdir. Dünyanın dışından ona bakan, onun yayla olduğunu, dolayısıyla sürekli kalınamayacağını bilir. Dünya, güzel bir yayladır; çekicidir. Ama orada dem sürülmez, onun zevki de, neşesi de anlıktır, geçicidir. Himmet ererse insan cemâle ulaşabilir.
Bütün bunlar için “derin düşünmek” gerekir :
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece
İnsan durup düşünmeli, fikretmeli, dikkat geliştirmelidir. Bir karıncaya ulu nazarla bakmak böyledir. Uzun süre ve dikkatle bakılırsa görülecektir. Gözünden perde giderilmiş bir can olup bitenin içini görebilir. Gönülle bakınca uzakmış gibi görünen aslında yakın olduğu anlaşılacaktır. Yol, bir dakikadır. Dünya hayatı eskilerin “tarfetü’l-ayn” dedikleri, göz açıp kapayıncaya kadardır. Dünyanın geçen kısmı hayal, kalanı hülyadır. Böylesi bir dünyada yolcu, gece gündüz yol almaktadır.
Son bentte Veysel, bir iç duyum hali olarak “hayret”ten söz eder :
Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlaya gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
Hayret, görmenin ilk adımıdır. Bir bilgenin ve bir çocuğun hayretiyle dünyaya bakan kişi, bazen celal bazense cemal üzre, o yarıyol karşılaşmasına doğru gitmektedir. Menzil, Hakkın kuluna indiği yerdir.
YORUMLAR