Misafir Kalem

Misafir Kalem

Misafir Baştacı

Adalet Ancak Hakikatten, Saadet Ancak Adaletten Doğabilir | H. Acarlar

12 Ocak 2025 - 05:39

DİBACE/ Günce -297-
Adalet Ancak Hakikatten,
Saadet Ancak Adaletten Doğabilir.

Hüseyin ACARLAR | Yazar 

 
Sen ki erdemin evladı, evrenin ruhu, devletin dinisin.  
Sözümüz kesik, sesimiz kısık. Nefesimiz azaldı, 
Dökülen saçlarımızdan arda kalan kıllar ağarırken ufka bakamaz olduk. Ufuk çizgisinde duran ilk evimiz Kâbe siyahlara büründü. Ocağımıza sensiz incir ağacı dikildi.
Gözlerimiz; a’ma,
Basiretimiz külb-ü leyl gibi.
Düşünmemiz; göbek taşında Şam şeytanına hizmetkâr oldu.
 
EY her şeyin olması gerektiği ve hak ettiği yerde manasına gelen Adalet;
Ey Ehliyet, Liyakat ve Hakkın babası;
EY yetim ve öksüz kalmış Hukukun dedesi;
Ey Ocağımızın devamı, evimiz direği, mülkümüzün temeli;
Ola ki hala buralardaysan, bizi görüyorsan, sen de gelmek, ahir ömrümüzde bize görünmek, bizi sevindirmek, yüzümüze gülmek, bahtımızı açmak istiyorsan, dünya gözüyle görelim endamını, sıcaklığını, ışığını. İhanet gecelerinde kör kurşunlara gelmemiz an meselesi
Tan ve akşam namazlarında sırtımıza hançeri saplayacak olanın Müslüman kimlikle dolaşır olması içimizi fena yakar, gök ekini biçilir, yanar özümüz. 
Dualarımız geri yüzümüze çarpar oldu. 
Vaktimiz daraldı, gitme zamanımız geldi. Adalet sen gelmedin! 
 
Dizimizde derman, gözümüzde fer kalmadı. Belleğimiz zayıfladı, dermanımız azaldı.
Koca çınarlar devrildi, çamlar bardak, fırıldaklar sultan oldu. Gök kubbede ağlaşır bulutlar, pınarları kurudu, rahmet olarak yağmaz oldu. 
Çıplak kaldık, Hutu ve Zulu Kabilesinden seni dilenir Avrupa kapılarında Gazzeli bebeler seni sorar olduk.
Ne vakittir bekleştiğimizi birbirimize sorar olduk. 
Zaman kavramı değişti herkes kendi saatini kurar oldu. 
Adalet, sen gelmedin, sen gelmez oldun 
Özledik, bekledik, yorulduk hem de çok yorulduk gayrı.
Niye eczası bulunmayan melce ümidi bulunmayan hallere duçar olduk
Biz bize neyledik böyle? Kuzu kuzuya düşman, kurt kuzuyla can ciğer sarması oldu?
Niye çaresiz haller oldu
 
Çok zayıf iplere, çok yalancı işaretlere bağlandık. Bakışımızı bulandıran, ufkumuzu karartan çok yanlış gözlükler, mercekler mi kullandık?
 Çok yalan habere inandık, çok aldatıldık, yalandan dolandan çok sevindik. “Çok uslandık çok us’landık uslanmadık” Kursağımız kuş mezarlığı. 
 
Seni bu ayazda, bu kış kıyamette beklerken birbirimize karşı kalplerimiz katılaştı. Gönül gönüle değmiyor dostlarda. Doğmuyor güneş eritmiyor taşlaşan buz kalpleri! Çok taşlaştık. Soğukta, sıcakta Adaleti beklerken muhabbetimiz dondu. Buz gölünde koltuk kavgalarıyla günlerle vakit kaybediyor civanlar.
Biliyorum bazen bile isteye bazen gayrı ihtiyari birbirimizin kalbini kırdık, onurunu yerlere izzetini çakallara fırlatıp parçalattık.
 
Güya kırık kalpleri onaracaktık, güya mahzun kalpleri tamir edecektik. Vaktimiz gitti. Hiçbir kabı kalaylayacak, hiçbir kapıyı onaracak zamanımız kalmadı. Çok vakit geçti. Çok şey değişti. Çok değiştik. 
 
Cansız, heyecansız, coşkusuz, ritimsiz, rüyasız insanlar oluverdik. Çoğu kez insan simi sıfatına hakaret eder olduk. 
Biz böyle değildik. Kendimizi düşünmezdik. 
Oysa ne büyük harfler iri cümlelerle konuşurduk
İnsan derdik, insanlık derdik, yeryüzü derdik. Biz ki cihadı alnımız çatına vurmuş Ey Adalet yeryüzü coğrafyasına seni anlatacak dil, seni gösterecek klavuz seni taşıyacak dağıtacak yegâne gönül olup yüreklerde devlet kuracaktık. 
Hey be! Ne de büyük konuşurduk? 
Hey be! “geldi geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi”
Konuşur, konuştukça derdimizi büyütür, derdi dermanız kılar, daha çok konuşmak için daha çok konuşurduk. 
Ne oldu da her şeyi izah eder, her şeyi gerekçelendirir, her soruya beş cevap verir olduk? 
Kelimeden, cümleden, anlamdan ne zaman ayrıldık? 
Sen yokken ey Adalet;
Ne olduk demeye kalmadan, reçeteleri, projeleri, stratejileri hazır insanlar olduk. Artık herkesin kendi adaleti ve her adaletinde kendi ötekisi olduk Düşlerimiz teorisiz, pratiksiz, formülsüz, projesizken adliye koridorlarında cübbelerle caka satarak dağılan vicdanlarımdan pay pay dağıtır olduk
 
EY adalet sen yoksun 
Şimdi koltuğumuzda proje dosyaları var ama kime vereceğimizi bilmiyoruz. 
 
Herkese karıştık herkes gibi. Meğer murada vasıl olana kadarmış her Murad. 
Dünya böyle bir yer evet ama hani değiştirecektik? hani yüksek volümlü fikirlerimiz vardı? Özlemimiz bugün vardığımız yer değildi. Dar bir koridor, sığ bir alan değil, meydanlarda coşkun pınarlar gibi akacak, ”Bir orman gibi hür ve kardeşçe olacaktık” Meleşen kuzular ovalarımda kurt korkusuyla yaşamayacak oğlaklar türkülerle oynayacaktı? Biz elma kokulu bombalarla nasıl bebelere kıydık ey insanlık ? İşte sen yoktun ey Adalet biz Adaleti itten kopuktan tırsan dengecilerden balatacı koltuklara şeref kâr fermanlarıyla âlim kılarak bekledik. Hiçbir hükmünden sual edilemeyen, lakırtıları doktrinler kıldık.
 
Ve sen yoktun EY Adalet!
 
Kenarı Dicle’de bir ova. 
 
Bizimki akıl işi değilmiş. Neydi, nasıldı, bunu artık çok net hatırlamıyoruz ama bu değildi. Bu kadar sıkışık, bu kadar üst üste, bu kadar özsüz olmayacaktık. 
 
Hayatın odağına aldıklarımızın günü geldiğinde bizi de odağa alacağını biliyorduk ama bu kadar dirençsiz güçsüz, savunmasız olduğumuzu bilmiyorduk.
 
Kuşatılırsak kuşatmayı yararız, işgale, zincire boyun eğmeyiz derdik. Öyle olmadı. 
İllaki bir yol bulur, bir yol bulunur adalete illaki dağları aşar, zorlukları geride bırakır ulaşırız dedik olmadı. 
Ömrün asır vaktindeyiz. Akşam oldu karanlığa kaldık,
Güç, kuvvet, kudret bize bu kadar yakın değil, elimiz dolu değildi. Güç çok uzaklardaydı. İyi ki de uzaklardaydı. Eli silahlıydı, copu, miğferi, postalı, telsizi, muhbiri, medyası vardı. 
 
“Merkez dinlemede” diye anons eder gürlerdi de biz susar duvar diplerine saklanırdık. O tatil köylüydü; biz ise boz köylü. O Kentinin sahibi biz tebaadan Varoşun sümüklüsü.  
 
Güç; lojman, servis aracı, kravat, asık yüz, evrak, yaz tatili, harcırah, şezlongdu; biz gecekondu, muhacir, konargöçer, belediye otobüsü, sendika aidatı, dergi abonesi, abonman kartıydık.
 
Onlar ev sahibiydi, biz kiracıydık. Duvara çivi çakamazdık. Bir Hüsn-ü Hat yahut röprodüksiyon da olsa bir Uvernika, bir Kudüs tablosu asamazdık. 
 
Onlar vatandaştı, bizse onlara göre halk ama biz kendimize Millet derdik. Sahiller, denizler, adalar onlarındı. Bağcılar, Ümraniye, Sultanbeyli bizim. 
 
Biz borçluyduk. İmarsızdı mülkümüz ama zaten mülk bizim olmadığından umurumuzda değildi. Önünde kalkmamak, ceket iliklememek için saltanatın uzağında kendi köşemizde, mutena dünyamızda olmaklığımız işimize gelirdi. 
 
Kendi sığınaklarımızda, kendi barakalarımızda, derme çatma çadırlarımızda, saçakların altında bir arada, birlikte, sırt sırta, omuz omuza, bodrum katlarda güvenlik içindeydik. 
 
Dere kenarındakiler gibi değil Süleymaniye duvarlarındaki taşlar gibi yekpare değilsek de yekparelik hissindeydik. 
 
Büyüklerimiz vardı. Adımıza düşünme zahmetine katlanırlardı. Onlara güvenerek kendi aklımızı tedavülden çıkarmadık ama onları da kendimiz kadar saltanat kayığına mesafeli sayardık. 
 
Tam olarak ne hâl üzere oldukları, ne yiyip ne düşündükleri bize meçhuldü. Yakın takiple taciz etmek istemediğimizden aramızdaki o mesafeyi bir ihtiram mesafesi sanıyorduk. Yani mesafeden de memnunduk. 
 
Herkes yerli yerinde olmalıydı. Büyük meselelerin, büyük davaların adamlarının birbirine belli uzaklıkta olması tabiiydi. 
 
Derdimiz kale ileydi. İçeriden mi yoksa dışarıdan mı kolay fethedilir diye düşünürdük. Kuşatmaya fetih derdik. Her zaman ‘içerden’ diyenler sayısal üstünlüğü ellerinde tuttu, 
 
Mensubiyetimizden kuşkuya düşsek kalplerimizi sorgular, iman tazeler, kendimizi yargılardık. Birey olmak aklımızın ucundan geçecek olsa aklımız kanar, ‘haşa’ derdik. 
 
Sayısal üstünlük sahipleri hep bizim bilmediklerimizin, nüfuz edemediğimiz yerler olduğunu ima ederler ve fakat kendilerinin o karanlık noktalara nasıl nüfuz ettiklerini bilmediğimizden ihtiyat payını her zaman ‘elde bir’ tutardık. 
 
İhtilaflarımız tarza, yönteme, ilkeye dairdi. Fethi avcılık gibi düşünmediğimizden ava gidenin avlanacağı, kazanacağımız yahut kaybedeceğimiz aklımıza gelmezdi. Gelse de baskılardık. 
 
Fetih yolundaki kayıplara, zayiata zayiat, telefat denmezdi. Ruh yüceliğiydi o uğurda ödenen her bedel. Her bedele hazırdık. Simba saflığında ve çocuksuluğunda karanlıklar ülkesinin kurt, çakal ve sırtlanlarını hesaba almazdık. 
 
Duyarlıydık. Ölüm tehlikesi karşısında her canlı gibi doğal tepkilerimiz vardı. Bir gün küçük barakalarımızın şenleneceğini umar, muazzam kâşanelerin hiçbirini dilemezdik. 
 
Kuşkusuz göçebelikten, konar-göçerlikten, kiracılıktan, zayıflıktan kurtulmak isterdik ama gücün merkezine ağacağımız, nimetlere akacağımız, dünya arzusunda buharlaşacağımız aklımızın kenarından geçmezdi. 
 
Zulme, haksızlığa karşı siperdik. Cansiperane siper. Başkasının acısına kanar, başkasının ölümüne yanardık. Zulüm içimizi sabah akşam dağlardı. Gök ekinlere göynürdü özümüz. 
 
Bir hastaya, bir yaralıya, bir yoksula varır elimizden hiç bir şey gelmezse, bir içim su olurduk. İbrahim’i yakacak ateşi söndürmek için yollara düşen karıncanın iki dudağı arasındaki su. 
 
Bir içim, bir yudum, bir damla su. 
 
Yarın anda hak şarabı olarak karşımıza çıkacağından emin olduğumuz. 
 
Ne olacağını, nasıl olacağını iyi bilmesek de bir şeylerin değişeceğine, değişmesi gerektiğine adımız, imanımız gibi inanırdık. 
 
Bak artık değişiyoruz. Arzu ve özlemlerimizle, düş ve düşüncelerimizle beraber. Yeni hayaller kuracak, rüya görecek vaktimiz dahi kalmadı. Eskileriyle idare etmek zorundayız. 
 
Gördüklerimizi hatırlamıyoruz. Acelemiz var. Gün batmak üzere. Çok zaman kaybettik. Öyle dolu meşgul ve mühim adamlardık, sırtımızda memleket ağırlığında yumurta küfesi ile milletimizin makûs kaderi vardı.
 
Aymamışız. 
 
Dünya cenneti istemişiz bilmeden. Şimdi hesaba kitaba inanıyoruz ama gitmeden de alacaklarımızı tahsil etsek diyoruz. Her yerde adamlarımız var. 
 
Yapıp ettiklerimizin karşılığını hemen şimdi alsak diyoruz. Gözümüz arkada kalmasa. Bizden esirgenen nimetlerden pay istiyoruz. Bunu doğal hak olarak istiyoruz. 
 
Komşumuz aç olmasına aç ama yapacak bir şey yok. Öncelikle kendimiz için bir şeyler istiyoruz ki bu kavanoz dipli dünyada kendini sağlama almadan başkasının hakkını savunamayacağımız düşünüyoruz. 
 
Gayrı safi milli hâsıla hesaplarını artık biz tutuyor, devlet toplum ilişkilerini biz düzenliyor, vergi adalet ve barış reformlarını biz hazırlıyoruz. Bölgeler arası gelir dağılımı dengesizliğiyle ilgileniyor, uluslararası kriz konularına el koyuyoruz. 
 
Asgari ücreti de kimin zengin olacağını, kimin fakir kalacağını -haşa- biz belirliyoruz. Hangi ülkeyle ne kadar ihracat-ithalat yapacağımızı, çırakların mesai saatlerini, kadın emekçilerin maaşlarını bile biz tayin ediyoruz. 
 
İhracattan inşaata bütün hayat alanlarını, mesela cezaevlerini, sadece mahkûmları değil, başsavcıları, hâkimleri, baroları, gardiyanları, yüksek yüksek mahkemeleri dahi biz tayin terfi, gerekirse tenzili rütbe ediyoruz. 
 İşte böyle acaip acaip haltlar ediyoruz.
 
Ey adalet, 
Ey ateş dîde, 
Ey füsunkâr güzel! 
Ne istiyorsan iste, emrine âmâdeyiz. 
Geleceksen gel gayrı. 
 
Adalet ancak hakikatten, saadet ancak adaletten doğabilir. Bunu yeniden belleme vakti. Bütün şahsi iddialarımızdan vazgeçmeye hazırız sen gel yeter ki. İster doğudan ister batıdan gel, ister kuzeyden ister güneyden. Ne yandan, nasıl gelirsen gel. 
 
Bizi testse niyetin, yeterince test ettin. Daha etme. Bize, ödediğimiz bedele, seni hak edip etmediğimize bakmadan, kendi tabiatın gereği gel. Bize rağmen gel. Yalnız bize değil, herkese, her yere gel. Yeter ki gel gelecek sensiz çok zor gelir. 
 
12 Ocak 2024 
Hüseyin Acarlar

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum