GÜZEL ADANA’MIN YAZGISI; TARİHİ TAŞKÖPRÜ
Bitmek tükenmek bilmeyen şehr-i manzarama her gün bir yenisini eklerken, nahif yüreğimi duygu seli kaplar yeniden. Uzanır gider yıllar öncesine hasretim. Andıkça yandığım anılara uzanır, yandıkça yazdığım satırlara ağlarım...
Eskiden diye başlayan her cümlemde bir ben daha gösterir kendini benden içeri... Kelimeleri toparlayıp güç bela yola koyulacağım diye uğraşırken, içli hıçkırıklarım böler birden cümleyi...
Kalemim tekmile, kâğıdım talime hazırken, yüreğim de kolayca teslim eder kendini bu serüvene...
Haydi, başlayalım o halde...
Yıllandıkça şahlanan, yaş aldıkça saklanan, tarihini anlatan bu ruh yazdıkça kök salan, su ile beslenen, ruh ile süslenen, tarihin derinliklerine yaslanan, dillerde dolanan ezgisi, şairlerin sezgisi, güzel Adana’mın yazgısı “TAŞKÖPRÜ”
Gönül hanemi araladın, kelimelerimi sıraladın, yanlış bilineni karaladın.
Umutları yitirip karanlıkta savrulan, memleketimin yakıcı sıcağında kavrulan, Türkiye’ye hervele olan “TAŞKÖPRÜ”
Bin yedi yüz seksenli yıllara dayanan, defalarca kez el değerek, varlığını kaybetmemek için verilen insanüstü çaba ile ustalık abidesi görüntünü koruyan duruşuna hayran kalmamak mümkün değil.
Üzerinde mavi boyalı demir trabzanlı halin geliyor gözümün önüne, sen orada öylece dururken, altından coşkun akan nehrin halini seyreyliyorum sanki hala o içimdeki çocukla birlikte.
Biz büyürken, sen daha da bir perçinledin kendini şehrin göbeğine, biz büyürken, sen daha da bir yol verdin sanki Akinek Dağı yamaçlarından deli deli akarak inen ve Göksu ırmağına karışarak renklenen suya durak olan o muhteşem halinle...
Dünyanın en uzak mecraları bilmese de güzelliğini, sen; yolu, Adana - Başkent arası kadar açtın kollarını Türkiye’ye...
Ben Akinek Dağından indi derim misafirin olan suya, sen kendini, uzun yayladan indi dediğin suya ev sahibiyim diye anlatarak, Zamantı Irmağına bıraktım seni diye dert yanarsın coşkun akan Seyhan'ın serin sularına...
Ve çocukluğum...
Yürüdüğüm metrelerce yol, kilometre olurdu üzerindeyken, kimi zaman dur yavrum düşersin ihtarını yaşadığım, kimi zaman üzerinden geçen arabalarla yıkılacak korkusu yaşadığım, yıllar sonra ise karşısına geçip çocukken bu iç seslerimi anımsayıp, yıllanan ve yıpranan hayatıma bakıp ve koskoca bir iç çekip “Hey gidi koca köprü, bana hayatı öğrettin, yaşadın yaşıyorsun, neler gördün, neler geçirdin ama hala ayaktasın.” diyerek bir kere daha bakıyorum şimdi sana hayran hayran...
Işıklarının Seyhan Nehrinde oluşturduğu yakamozu izliyorum. Seher vakti ayrı güzel, gecenin zifirinde ayrı bir ahenk var duruşunda... Ayın on dördü gibi!
On dört ayakla tutunmaya çalıştığın Adana şimdilerde bir İstanbul Galata Köprüsü edasıyla, gündüzleri martılara simit atan insanlarla dolup taşıyor. Yüksekliğin artık eskisi gibi ürkütmüyor beni, yaş aldıkça hiçbir şeyin korkutmadığı gibi.
Sular çekildiğinde dokunabilmek ayaklarına...
Gözle net görülmese de dokunabilmek orta iki büyük kemerindeki Aslan kabartmalarına...
Sessizliğini dinlerken, kalem, kâğıt seferber oluyor. Bir de gözyaşlarım anılarla beraber Seyhan Nehrine karışıyor. Ellerimden tutan babamı hatırlatıyor şehrin her bir tarihi mekânının aynı anıyı tekrar tekrar ruhuma kazıdığı gibi...
Eskiden sinirlenir söylenip dururdum suyun çekildiği anlara. Şimdi ise su çekildiği an atıyorum kendimi ayaklarına ve mutlaka adımlıyorum aşağıdan yukarı gökyüzüne uzanan bakışlarımla...
Tefekkürüme her gün bir yenisini ekleyen, beni bu şehrin tarihine mürekkep dökmeye vesile kılan, zihnimi böyle tatlı meşgaleler ile işgal ettiren ve yazma sevdamı benden almayan Mevla'ya şükürler olsun...
Bol tefekkürlü bir başka tarihi dokunuşta buluşmak dileğiyle hoşça kalın sevgili okurlarım.
YORUMLAR