(Yeniden Antakya sokaklarında)
561 gün 13.464 saat değişmeyen şehir "HATAY"
Deprem şehitleri anısına...
Işıkları yanıyor bir Şehrin. Bir şehri şehir yapan kalabalıklar, dostluklar, arkadaşlıklar, akrabalık bağı iken bir zamanlar, şimdilerde şehri bir nebzede olsa ışıtan ay ışığı ile idare eder görüntüsü karşılıyor bizi. Radar dediğimiz tepelerden izlerken bu manzarayı, yanan ışıkların büyüsü sarıyor duygu ve düşüncelerinizi. Baktıkça bakıyor, tefekküre dalıyoruz. Işıkları yanıyor derken; “Işıl ışıl her yer, her yer sanki cümbüş” denebilecek bir şekilde değil. Cadde üzerinde yanan ışıkların aydınlığıdır şehri ışıtan. Bir zamanlar evlerin ışıkları vardı bu şehirde, kimi sarı, kimi beyaz. Şimdilerde yanan tek ışık sarı ve o da sokak lambası. Ay ışığı doğal, parlak ama bazen var, bazen yok. 561 gün önce varların, şimdi yok olduğu gibi...
Asi nehri üzerinde güneşin varla yok arası hissettirdiği ısısına, bulutun arkasına saklandığında yürekleri soğutan havasına rağmen bir şehri akan suya bakarak düşlemek. Hissetmek ne kadar doğru bir kelime bilemem ama hissetme çabasında gözlemlemek...
Suyun akışına bırakılabilseydi acılar, kayıplar, şimdi öylece durup hislenmezdik elbet karşısında.
Yürüdüğüm yolların seslendiğini duyar gibiyim. " Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı" Merhaba! sözü böyle manalı gelmemişti.
Bir yolcu otobüsünden cama başını yaslamış, bir eliyle buğulanan camı silen bir kız çocuğunun gözüyle bakmak yıkık dökük anılara, hatıralara. Kim bilir, şimdi geçtiği bu yolların 561 gün öncesi ile şimdinin farkını nasıl hissettirdiği. Dokunmak ruhuna şimdi senin çocuk, sormak, anlamak seni. Anlayabilmek mi? Meçhul...
Bir anneye takılıyor gözüm elinden tutuğu bir çocuk, bir bebek arabası, elinde onlarca torba yeni bir göç edasında sanki. Onlarca acıya rağmen ayakta belki de...
Eski değil evler, eski değil araçlar, eski değil giysiler... Eskimedi hiçbir şey eksildi sadece ve eksildik öylece... Artık bir sıfır yenik duygularımız, hisler karışık, barışmıyor yüreğimizde yer etmiş kaygılarımız.
Madden zarar görmenin ötesinde artık her şey. Kimi alışverişte, kimi karın doyurmak için ayrı bir telâşede. Kimisi de yapım ve onarım için kaygı ve endişede. Şehir ikiye bölünmüş sanki, bir tarafta hiçbir şey olmamış gibi, bir tarafta yıkılmış duygular, yakılmış hatıralar, kaybolmuş anılar var gibi.
İnsanlığımı unuttum diyen bir amca denk geliyor sokaklarda adımlarken. Neden diye sormaya utanıyorum ama merakıma yenik düşerek yaklaşıyorum, birazda mahcup bir tavırla. Öyle ilginç ki cevabı gözyaşlarıma hakim olamıyorum. "Ah be kızım, insanlarımı kaybederek insanlığımı unuttum" diyor. Kalmamış geride bir tek aile neferi bile, kalmamış ardında ağlayanı, sahip çıkacak ne bir evladı, ne de hayat yoldaşı var yanında. İnsanlık böyle de unutulurmuş meğer, meğer ne zormuş kayıpların ardından insanlık nerede diye sormaktan öte kendinde aramak tüm sorun ve cevabı olmayan soruları.
Ah güzel vatanım, ahh vatanımın güzel toprakları ve o topraklarda yaşayan güzel yürekli insanlar. İnsanlığını unutanda, insanlarını unutan da sizler değilsiniz, bizleriz!
Duygularıma son vermeden sözlerime son verirken bir yazar arkadaşımın şu sözü çınlıyor kulaklarımda;
"Ailesinden geriye kimsesi kalmayan ve yazdıklarımı okumayan derdim var demesin"
Derdin mi var Şair?
Derdimiz yok Şair! Olsaydı eğer, insanlığını ve insanlarını unutan amcayı da, seni de unutmazdık!
Bir başka yazıda buluşmak dileğiyle...
Hoşça kalın sevgili okurlarım.
Esra Gül