Adem DOĞANTEMUR

Adem DOĞANTEMUR


İbn. Arabî ve "Vahdet-i Vücut" İnancı

14 Nisan 2025 - 19:14

Filozof Suhreverdî (ö.1236) Plotinus’un südûr teorisinden hareketle Vahdet-i vücutçuluk düşüncesinin Tasavvuftaki öncülerindendir. Ona göre varlık birdir, onun birbirinden farklı görüntüleri (canlı, cansız, insan, hayvan vs.) sadece mükemmellik bakımından farklıdır. Buna göre ontolojik olarak Tanrı ile insan arasındaki fark olmayıp, insan kusurlu bir Tanrı, Tanrı ise mükemmel bir insandır. 

Bu yeni sürecin en tartışmalı şahsiyeti Muhyiddin İbn. Arabî (ö.1240)’dir. Vahdet-i vücutçu olarak varlığın özde bir olduğunu ancak çokluk halinde tezâhür ettiğini söyler. Muhyiddin İbn. Arabî “fena” (Allah’ta yok olma) doktrinini izah ederken akıllara durgunluk verecek bir çıkarımla, “sûfînin Allah’la bir olamayacağını, çünkü zaten ondan başkası olmadığını” söyler. İbn. Arabî daha da ileri giderek der ki: “O bana hamt eder, ben de O’na hamt ederim. O bana ibadet eder ben de O’na ibadet ederim. Bir durumda O’nu kabul ederim, ama ayan (eşya)da O’nu inkâr ederim. O beni bilir, ben O’nu inkâr ederim. O’nu bilir ve müşahede ederim” (Fususu’l-Hikem)

Bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak da ona göre ahlâkımızın sorumlusu biz değiliz. Çünkü bizim fiillerimizin yaratıcısı biz değiliz. Esâsen “biz” ve “o” diye bir ayrım yapmanın da imkânı yoktur. “Fenâ” doktrinine göre sûfî, kendisindeki beşerî vasıflardan sıyrılarak, nihayette Allah’ın vasıflarını kazanır. Yani insânî benliğini öldürerek ilâhî vasıflara kavuşur. Netice itibariyle İbn. Arabî’ye göre Allah her şeydir yahut her şey Allah’tır. Çünkü vahdet-i vücut inancına göre âlemde ikilik değil birlik vardır. İbn. Arabî’ye göre insanlar neye taparsa tapsın aynı zamanda Hakk’a tapmış olurlar. Çünkü müşrik ve muvahhit olarak insanların taptıkları şeyler zaten Allah’ın kendisidir. Burada anlatılan “fena” doktrini ile Hinduizm’deki “nirvâna” düşüncesi arasındaki inanılmaz benzerlik dikkat çekicidir!

İzah etmesi ve inanması zor ama İbn. Arabî’ye göre Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkama (gusül) ile onu temizlemiştir. Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Allah’ın kadınlarda müşahede edilmesi en büyük ve en mükemmelidir. Kavuşmanın en büyüğü de nikâh (münasebet)tır (Füsusu’l-Hikem).

Muhyiddin İbn. Arabî’nin dini metinleri (Kuran ve Sünnet) tamamen batini manaların birer sembolü gibi görmesi Müslümanlar arasında inanç birliği bakımından tehlikeli sonuçlar doğurmuştur. Ona göre dini nasların çoğunun gerçekle ilgisi olmayıp semboliktir. Cehennem azabı bile semboliktir. Muhyiddin İbn. Arabî’ye göre cehennemlikler ateşin lezzetine dalmışlar veya cehennemî soğuğun zevkiyle yanmışlardır. Dahası, ona göre firavun Hz. Musa ile mücadelesinde kendi Tanrılığını iddia ederken bile aslında Allah’ın yüceliğini haykırmaktaydı! Muhyiddin’in bu yöndeki tesirleri özellikle “İhvân-ı Safâ Risaleleri”nden aldığı anlaşılmaktadır. Bir bütün olarak baktığımızda ise, İbn. Arabî’nin tasavvuf düşüncesi, içinde Stoacılara ve Yeni Eflatunculara ait düşüncelerin yanında, Endülüs’teki Hıristiyanlıktan Kuzey Afrika’nın paganik özelliklerine, Şamanizm, Zerdüştlük ve Manihaizm’den İsmâliliğe ve Karmatî doktrinlerine kadar birçok unsuru barındırdığını görebiliriz. 

Ona göre farklı dinlerin oluşu sadece isimlerin ve şekillerin farklılığındandır. O'na göre Tanrı ve Kâinat bir olduğuna göre Firavun bile Allah’a ibadet etmiştir. Bu nedenle Firavun kâmil bir mümindir (!). Zira taptığı şey de varlığın yani Bir’in bir parçası olduğuna göre puta tapan bir kişi bile aslında Allah’a ibadet etmektedir! O bu düşünlerini manzum ifadelerle de dile getirir: “Her biçimi kuşatır kalbim: Ceylanlar için otlak ve Hıristiyan rahipler için bir manastırdır. Putlara tapınak, hacıların kâbesi, Tevrat'ın levhaları ve Kur'an'ın sayfalarıdır. Ben aşk dinine uyarım, hangi yolu tutarsa Aşk'ın develeri, işte budur benim dinim ve inancım”. (Üç Müslüman Bilge,S. Hüseyin Nasr, s. 131)

Ona göre İnsan-ı kâmil, hakikatlerin hakikati veya Muhammed’in hakikatinin tezahür ettiği insan demektir. Daha açık ifadeyle Allah’ın onun şahsında tecelli ettiği insan demektir (!). Hz. Muhammed son peygamber ama son velî değildir. Nitekim o, peygamberlerin vasfı olan “hâtem-i enbiyalık” gibi bir de “hâtem-i evliyalık” kavramı ortaya atmış ve bununla da kendi şahsını ima etmiştir. Kendisinin zamanın insan-ı kâmili olduğunu iddia eder. Zaten insanı kâmil her devirde sadece bir tane bulunur. Ona göre son veli iki sebepten dolayı son peygamberden daha üstündür(!): Birincisi bilgileri direkt Allah’tan almasıdır. Peygamber ise melek aracılığıyla alır. İkincisi ise onun eliyle dinin tamamlanmış olmasıdır. 

İşte tüm bu nedenlerden dolayıdır ki İbn Arabî sûfî çevrelerinde üstat sayılarak, sûfîlerce “şeyh-i ekber” adını alırken, Selefiyeci Müslümanlar ise “şeyh-i ekfer” olduğuna karar verdiler. Mesela, Tahavi Akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki: “Kendi nefsini altın kerpiç, Allah Resulü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kâfir kim olabilir?". (İbn Ebil-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, 11/745). Ve şarih hızını alamayarak devam eder: "İbn Arabî ve emsallerinin küfrü ‘Allah'ın Resullerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz’ (6/124) diyen kimselerin küfründen daha da beterdir. İbn Arabî ve benzerleri cehennemin en dibinde olan Ittihadiyye (hulul) inancındaki münafık ve zındıklardır." (İbn Ebil-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, 11/745).

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum