Toplum olarak iki şeyi çok severiz. Birincisi, illaki fikirlerimizi ifade edebilmek adına bir guruba angaje olup kendimize ideolojik bir sıfat takmayı, diğeri de ya hep ya hiç ilkesi veya ilkesizliği ile olaylara tek pencereden bakmayı!
Oldum olası slogancılığı sevmedim. İçini dolduramadığımız kimi söylemleri dilimize pelesenk etmek aslında entelektüel bir çabadan kaçınma kolaycılığıdır. Dinin ahlâkından çok edebiyatını seven bir toplum oluşumuzdan olmalı ki “Kuran’ın ne olduğunu” tartışmaktan “Kuran’da ne olduğunu” anlamaya fırsat bulmadık desem yeridir.
Esasında hiçbirisi homojen bir yapı arz etmeyen SELEFİ, GELENEKSELCİ, TARİHSELCİ, BİLİMSELCİ ve MODERNİST bakışın kıskacındaki Kuran’ın sessiz isyanını kendimce dillendirme adına sade ikisi üzerinde kısaca ve genel hatlarıyla durmak istiyorum. Son yıllarda ülkemiz özelinde söylüyorum Müslümanların canhıraş bir şekilde halletmeye çalıştıkları hayati konu Kuran’ın yetip yetmeyeceği, Kuran’dan başka kaynak kabul etmenin şirk olup olmadığı meselesidir(!)
İşin dikkat çeken yönü ise her iki gurubun kimi müntesiplerinin karşı tarafı tekfir ve şirkle itham etmede son derece cömert olmalarıdır. Musa Peygamberin Firavun’a karşı bile kibar ve zarif olmasını emreden bir ahlâk öğretisine sahip olan Kuran inananlarının birbirlerine karşı bu tutumları ise kelimenin tam anlamıyla ironik olmanın da ötesinde trajikomiktir!
KUR’AN YETMEZCİLER: Bu kesim daha gelenekçi görünmektedir. Kuran’la birlikte Hz. Peygamberden bu yana oluşan dinî külliyatı genelde elimine etmeden bir bütün olarak çeşitli isimler altında dinin temel kaynakları olarak kabul ederler. Kuran’la alâkalı gerekli tefsirler yazılmış, yorumlar yapılmış, bizim görevimiz Kuran’ı değil, Kuran’ı anlayanları anlamaya çalışmaktır!
Hadis ve sünnetten tutun, mezheplerin ve mezhep önderlerinin hüküm istinbat yöntemlerine kadar geçmişe dair ne varsa “Ehl-i Sünnet” ilkeleri bağlamında dinin olmazsa olmazları görürler. Hatta bunların çoğuna göre dinle alakalı söylenmesi gereken ne varsa eskiler/Selefi Salihin hepsini söylemiş ve ictihad kapısı kapanmıştır. Bize düşen onların söylediklerini anlamaya çalışmaktır.
Maazallah geçmişin/geleneğin paradigmasına aykırı bir şey söylediğin anda seni doğrudan Ehl-i Sünnet düşmanı veya Vahhabî olmakla suçlamaktan da çekinmezler. Dillerine pelesenk ettikleri en klasik argümanları şudur: “Geçmişte yaşamış deve dişi gibi kocaman âlimler yanlış biliyordu da sen mi doğrusunu biliyorsun, seni gidi din tahripçisi…”
KUR’AN YETERCİLER: Bunlara göre ise dinin yegâne kaynağı Kuran’dır. Allah söylemesi gereken her şeyi Kuran’la vahyetmiş ve üstelik de ayetleri tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır. Bu söylemlerine en ciddi referans olarak da Hud suresi 1-2. ayetlere gönderme yaparlar. Hatta bu ekolün bir kısmına göre Hz. Muhammed’in “nebi” ve “resul” olmak üzere iki farklı kimliği vardır.
Nebi insan kimliği ve unvanı, Resul ise elçilik kimliği ve görevi! Kuran’daki Resule itaat bağlamındaki tüm emir ve ifadelerle vahiy kast edilir. Belki bazı dostlarım bana şiddetle kızacaklar ama bu konuda şunu da söylemeliyim: Nebi ve Resul ayrımı Kuran’ı tekleştirme adına iyi kurgulanmış ama içini doldurmakta oldukça zorlanılan bir yöntemdir!
Ancak, “Kuran yeter ve Kuran’ı yalnızca Allah açıklar” demelerine rağmen özellikle 7. yüzyıl Arap toplumunun sosyal ve kültürel şartları çerçevesinde Kuran’da yer alan kimi mahallî/konjonktürel/tarihsel konuları (kölelik, cariyelik, çok eşlilik, mirasta hisse miktarı, şahitlikte iki kadın bir erkek denklemi vs…) Kuran’a giydirdikleri evrensellik karizmasını sarsmayacak tarzda istedikleri gibi açıklayıp yorumlarlar, bir ton laf ederler, hatta ciltler dolusu kitaplar yazarlar. Mesela fakülteden benim de hocam olan ve bu ekolün en karizmatik temsilcilerinden birisinin yazdığı tefsir 20 cildin üzerinde!
İşin tuhaf yanı ise hani “Kuran’ı yalnızca Allah açıklar” demişlerdi ya! İşte bu minval üzere esasında kendi yorumlarını Allah’a söyletmiş olurlar. Bir nevi Allah’ın sözcüsü gibi davranırlar. Ya da başkaları Kuran’ı açıklamaya kalkışırsa Allah’ın işine müdahale etmekten şirk koşmuş olur, ama kendileri açıklarlarsa Allah konuşmuş olur!
BEN Mİ?
-Açıkçası ben temel metodolojim olarak sentezci ve ekletik yaklaşımı benimsediğimdendir ki; gerçeklerin sadece ana caddelerde değil bazen ara sokaklarda olduğuna, siyahla beyaz arasında gri bir tonun da olduğuna inananlardanım!
-Ben vahyi Kuran’la sınırlandırmanın “Allah’ın 7. Yüzyıldan sonra insanlığa söyleyecek sözü kalmadı” demekle eş anlamlı olduğunu söylerim ama bu iddiamın altını geçmişin malumat yığınlarıyla değil, evren ayetini ve Sahibini anlamak için sürekli faal tutulan “akılla” doldururum!
-Ben Allah’ın vahiy metinlerinde yazılı bir söz ayeti olduğuna, ama bir de ilk yaratmış olduğu temel ve “öz ayeti” olan aklın işlevselliğine inanırım ki hiçbir kutsal metin yokken de akıl vardı!
-Bu anlamda hem “insanı varlıkların en akıllısı ve üstünü kabul edip, hem de insandan başka hiçbir varlığın yolunu bulmak için ellerinde bir ilahi metinle dolaşmaması” arasındaki çelişkiden hareketle, insan aklının yaratılıştan/İlahi yazılım olarak evrensel inanç ve ahlâk ilkeleriyle donanımlı olarak yaratıldığına inanırım ama bu inancım yazılı metinleri gereksiz gördüğüm anlamına da asla gelmez!
-Hiçbirimiz ne vahyin gelişine şahit olduk, ne de vahyi getireni gördük. Dolayısıyla bizim Kuran’a imanımız (Kuran’ın iç dinamikleri bir tarafa) temelde Hz. Muhammed’e olan güvenimize dayalıdır. Hal böyleyken; başından sonuna kadar her bir harf ve kelimesi onun ağzından çıkmış olan bir Peygamberi yok sayarak dini ve Kuran’ı anlamaya çalışmanın “peygamberi hiç yaşamamış kabul etmekten” daha çelişkili olduğuna inanırım ama onun adına uydurulan veya yaşadığı toplumun örfüyle alakalı yaşanmışlıkları ise asla dinselleştirmem!
YORUMLAR