İslam Dünyasının Geleceği…
Yaşadığımız gerçekler, İslam Dünyası diye bir dünyanın varlığının olmadığını bize göstermektedir. Ama bir buçuk milyar nüfusa ve elli yedi ülkeye sahip halkı müslüman olan ülkelerin varlığı da ayrı bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Gazze olayı ve olup bitenlerin tarihi seyri izlendiği vakit, İslam Dünyası terkibi bir yalan olarak önümüze düşmektedir.
İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin Helikopter kazası sonucu vefat etmesi üzerine zihnimiz kaç tane böyle kaza sonucu ölen lider müslüman olduğuna uzandı. Bu kazaların sebep olduğu ölümlerin siyasal alana tekabül eden etkisini ise çok uzun bir zeminde tartışmakta yarar var.
Reisi’nin ölümü İran siyasal zemininde de Ortadoğu denkleminde de bir değişimi beraberinde taşıyacaktır. Bunun hem bölgesel siyasete ve hem de dünya siyasetine bir etkisi söz konusudur. Bütün bu tartışmaları stratejist akademisyenlere bırakarak, ümmet olarak Müslümanların bu kahır gücünü harekete geçirmesi gerektiği halde bir türlü geçirememesinin nedenleri üzerine düşünmekte yarar var.
Ümmetin parçalanmasının modern ve tarihi bağlamda sebepleri bulunmaktadır. Tarihi bağlamdaki parçalanmanın en önemli amili Şii Sünni çatışmasını içermektedir. İktidar kaygısını hem tarihi ve hem de modern dönemin parçalanma nedenleri arasında zikredilebilir. Modern dönemdeki parçalanmayı sağlayan amiller ise; daha çetrefilli ve daha katmanlı bir özellik taşımaktadır. Tarihi parçalanmışlığın izdüşümünü sürdüren siyasal yaklaşımın getirdiği çatışma alanları; örneğin, İran ve bölge ülkeleri ile sürdürülen çatışma zemini, özellikle Arap Baharı ile başlayan süreçte Şia üzerinden Irak, Suriye ve Yemende inşa ettiği güç temerküzü ve Lübnan’da Hizbullah örgütü üzerinden elde ettiği siyasal güç gibi… Modern dönemin en büyük çatışma alanı ise hala sömürge ülke olduklarını kabul etmeyen ve görece özgür olduğunu kabul eden müslüman ülkelerin diğer müslüman ülkeler ile çatışma alanı oluşturmalarıdır. BAE ve Suudi Arabistan veya Cezayir ve Tunus gibi ülkeler yanında Ürdün, Kuveyt veya Türkî cumhuriyetlerde buna örnek verilebilir. Bu noktada ulus devlet olma hayali ile ulusal çıkarlar meselesi de çatışmayı derinleştiren bir unsur olarak önümüzde durmaktadır.
Olayın kültürel boyutunu da ihmal etmemek gerekir. İslami bir müfredat ve eğitimin olmayışı, modernleşmenin kültürel kodunun giderek güç kazanması, laik, seküler kültürün başat öğe olarak öne çıkarılması, çatışmayı derinleştiren unsurlardır. Önemli bir çatışma alanı da modernlik ve gelenek bağlamında oluşan derin fay hattı ve çatışmasıdır. Modernleşmenin etkisi altında İslam ile kurulacak bağ ve buna dayalı bir Müslümanlaşma arayışı çatışmanın hem nedeni ve hem de derinleştireni olarak işlev görmektedir. İran ve Türkiye özelinde bu çatışmanın derin izlerini gözlemlemek mümkündür. İran İslam devrimine rağmen, laik dindar çatışması tükenmemiş bir şekilde sürdürülmektedir. Türkiye’de de benzer bir durum Ak Parti iktidarının yirmi iki küsur yıl sürmesine rağmen, giderek derinleşen bir çatışma kendisini hissettirmektedir. Benzer durumlar birçok müslüman ülkenin kaderini belirlemeye devam etmektedir.
Bu sorunların çözümü konusunda yakın bir gelecekte bir umudu diri tutacak gelişmelerin olmadığını açıkça beyan ederek konuyu biraz daha açalım:
Sorunlar yumağı içinde her parçanın kendisini iktidar kılacak veya egemen kılacak özellikleri öne çıkartarak bir çözüm arayışı içinde olmasının getirdiği çatışma sorunun derinleşmesini sağlamaktadır. İslami hareketlerin iktidar odaklı çalışmalar ile çözüm arayışını başlatmaları kendi içinde sorunlu bir örneklik olduğunu bize yaşadığımız tarihsel kesitte göstermiştir. Bu yüzden daha derinlemesine bir bakış üzerinden hem tarihi sorunlarımızı ve hem de modern sorunlarımızı çözümleyecek bir yöntem ve bakışı inşa etmek kaçınılmaz olmaktadır.
Ümmetin kendisi olarak müslüman olmanın keyfiyetini doğru bir şekilde idrak ederek yeni bir başlangıca yönelmesi kaçınılmaz bir olgudur. Her müslüman tarihsel müktesebat içinde yeniden kazandığı tanım üzerinden değil de Kuran ve Sünnet özelinde inşa edilmiş müslüman şahsiyetin yeniden kazanılması, sonradan kazanılmış her türlü statünün bu müslüman olma halinin dışında tutularak müslüman kardeşliğini zedelemesine izin verilmemesini sağlamakla yükümlüdür. Öyle bir müslüman karakter inşa edilmeli ki bu bütün ulus devletlerin üstünde ve modern ile tarihi çatışma alanlarının dışında kalabilmeyi ve yeni bir İslam Cemaatini kurmayı öncelemelidir. Bu noktada en temel konu; güçlü entelektüel bir bakışın ve düşüncenin oluşumunu sağlamaktır. Eylemin ve düşüncenin bütünsel bir bakış içinde kendini yeniden inşa edeceği bir vasat üzerinden müslüman kavramının mümin kavramı ile bütünleşerek kendi asli hüviyetini kazanacağı bu zemin Müslümanların her nerede olurlarsa olsunlar kardeş olduklarını idrak etmelerini ve birbirleri ile bu bağ üzerinden kendi sınırlılıklarını aşan bir yakınlığı kurmaları elzemdir.
Ortadoğu yakın bir zamanda kan gölüne dönüşecektir. Burada Aksa Tugayı mücahitleri büyük bir özveri ile mücadele etmektedirler. Kanları ile set oluşturmakta ve ümmet için bir koruma kalkanı olmaktadırlar. Ama ümmetin geri kalanları bu konuda pek fazla bir şey yapamamaktadır. Bunu aşmak, kendi ulus devletlerinin iktidarlarını aşmak ve müslüman olma şuuru üzerinden kendi ülkelerinin beka sorununu da ancak bu bakış üzerinden aşılacağını izah etmek ve göstermek gibi bir yükümlülük entelektüel müslüman zihne düşmektedir.
Ortadoğu’nun kan gölüne dönüşmemesini sağlayacak olan şey; müslüman ülkelerin kendi aralarında var olan bütün çatışma alanlarını bırakarak birleşerek bütünleşerek yeni bir güç ihdas ettiklerinde sağlanabilir. Bunun entelektüel ve siyasi alt yapısını oluşturmak için gecikmeden harekete geçmek elzemdir.
Yeni bir dünya sistemi kurulurken müslüman halkların kurban edilmesini engellemenin yolu müslüman ülkelerin ulusal çıkarlarını bırakarak bölgesel bütünlüğü dikkate almaları ve uluslar arası bir güç olarak varlık kazanmalarının zorunlu olduğunu anlamalarından geçmektedir.
Maalesef bugün bunların konuşulduğu bir zemin bile bulamayan müslüman aydın ve âlimlerin, bu meseleyi nasıl çözeceklerini bekleyip görmek lazım... Ama ne kadar gecikilirse müslüman kanı o kadar daha fazla akıtılacaktır. Önce müslüman halk uyanmalı, sonra bu müslüman halk, kendi iktidarlarını uyandırmalı ve bu şekilde kendi güvenliğini sağlama konusunda ileri adımlar atmalıdır. Ama bunun tek yolu: sağlam bir itikadi zemin, güçlü bir salih amele dayalı eylemlilik ve diri bir zihin olarak entelektüel hayattır…
Dün geceden beri İran cumhurbaşkanı Reisi’nin yaşadığı kaza ve ölümü ile neticelenmesi bana bunları düşündürttü… Meselenin etraflı bir şekilde müzakere edilmesi ve düşüncelerin derinleştirilmesi ise zorunlu bir keyfiyettir…
YORUMLAR