Taha Abdurrahman, Özgün bir İslam Felsefesi tezinde en temel sorunun ‘insan sorunu’ olduğunun altını çizer. Modern felsefenin her iki boyutunun da; bilimsel ve öznel felsefi bakışın insanı süflileştirdiği tezini ileri sürer. Bu süflileşmeye yönelik bir tepki olarak bilimin emrine/etkisine girmiş felsefeyi kurtarmanın elzem olduğu görüşünü öne çıkarır.
İnsanı bir soru ve sorun alanı olarak öne çıkarmak, özne merkezli felsefi bakışın üzerine bina edildiği yapıyı en temelden eleştiriye tabi kılmayı da beraberinde taşıyacağı aşikârdır. İnsanın süfliliğine yönelik yapılan eleştiriler ise bugünü değerlendirirken hangi değerler skalasından hareketle bunu yaptığınız önem kazanıyor. Bu noktada modern bakışın insan tanımı ile dini bir bakışın insan tanımı arasındaki mahiyet farkını gözetmek zorunluluğu doğar. Modern insan mutlak bir özgürlük tezi içinde ne yaparsa yapsın kendisi yapıyorsa meşrudur tezi, modern insanın durduğu yeri ve kendine yabancılaşmanın kaynağını da işaret eder.
İnsanın süflileşmesinin temelini oluşturan yaklaşım biçimi ise hem yapay zekâ üzerinden geliştirilen felsefi bakış, hem de trans hümanizm ve post hümanizm üzerinden insanın başkalaşımını felsefi düzlemde bir sorun alanı olarak kabul eden post - post modern yaklaşımlar, insana bakışın nerelere evrildiğini göstermektedir. Modern düşünce tarafından kurgulanmış insan, yeniden yeni bir bakış üzerinden kurgulanmaya çalışılmaktadır. Toplumsal cinsiyet meselesi ve iklim değişikliği üzerinden insanın yeniden tanımlanması isteğini gözlemlemek mümkündür. Bir taraftan tanrıcık olarak kabul gören insan, diğer taraftan böcek ile aynı haklara sahip kişi olarak betimlenmek istenmektedir. Yani yaşamın merkeze alındığı felsefi bir bakışta insan diğer varlık türleri ile aynı haklara sahip olmalıdır tezi öne çıkarılmaktadır. Bağlantısal Bütünlük gibi şaşaalı bir yaklaşım içinde yeni bir felsefi bakış geliştirilmek istenmektedir. İşte Taha Abdurrahman burada insan için fıtrata dönüş üzerinden yeni bir tanımlama yapmaktadır. Bu tanımlamanın insanın konumu, neliği, sorumluluğu ve özgürlüğü konusunda önemli ipuçları sunacaktır. Ayrıca ilişkiler ağındaki niceliği ve niteliği de bu bağlam içinde yeniden ele alınacaktır.
Taha Abdurrahman insan sorununu Ahdi Misak’a kadar geri götürerek oradan ilk olarak ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın ‘Ben sizin Rabbiniz Değil miyim, sorusuna verilen Evet, Sen Bizim Rabbimizsin’ diyaloguna gönderme yaparak sorunu çözmenin fıtrata dönmenin gerekliliğini vurgulamaktadır. İnsan, Kalu Bela’da Allah ile bir sözleşme yapmıştır. Fıtrat bu sözleşme üzerine kurulu bir insan tanımının varlığını zorunlu kılıyor. Fıtrat, kulun, Allah ile yaptığı ahitleşmeye sadık kalışını ve sözünü tutarak emin vasfı kazanmasını da içermektedir.
İnsan tanımında birinci hususiyet yaratılmışlığıdır. İkinci hususiyet, bu yaratılmışlığının şuurunda oluşudur. Bu fıtratının iki temel hususiyetidir. Üçüncüsü, Rab olarak kabul ettiği Allah’ın kendisine yüklediği hedefi, amacı, sorumluluğu yerine getirme konusunda iradesini ve tercihini kullanmaktır. Dördüncüsü, yeryüzüne düştükten sonra, şeytan ve şeytanın ayartısına kapısı açık olan nefsinin kendisini kötülüğe, yani sözünden dönmesine neden olacak eylemler yapmasını sağlayacak düşmanı olduğunu bilmesidir. Beşincisi ise ne yaparsa yapsın, hangi hata, günah ve kötülüğü yaparsa yapsın, Allah’ın onu affedeceğine olan güvenidir. Tövbe ettiği andan itibaren o günahı bir daha yapmamış gibi beyaz bir sayfa açılacağını bilmesidir. Altıncısı, yaratılmış her varlığın Allah’ın ulûhiyetine bir gösterge olduğunu bilerek onlarla selam/barış üzere bir yaşamı paylaşmasının fıtratla uyumu açısından zorunluluğunu idrak etmesidir. Yedincisi, yeryüzü serüveni onun imtihan oluşunun bir zeminidir. Bu imtihan oluşun karşılaştığı her olay, olgu ve durum karşısında verdiği tepki ile sorumlu tutulacağını bilmesi ve ilişkilerini bu sorumluluk üzerinden gerçekleştirmesini başarmasıdır. Varlıkla barışık, kendi ile barışık ve Allah ile barışık olmayı sağlayan bir insanın kötülük diye bir sorunu olmayacaktır. İnsan kendisini kötülükten azade kıldığı zaman varlığın selam üzere yaşayışının teminatı olacaktır ve bu durum onun sözünde durduğunun delili olacaktır.
İşte Taha Abdurrahman’ın Fıtrata dönüşü bu çerçeve içinde anlamlı bir yere oturur. Böylece insanın süflileştiği tezinin de neye tekabül ettiği açıklığa kavuşmuş olacaktır. İkinci temel nokta ise insan sorunu aşmak ve insanı kendi fıtratı ile buluşturmak için örnek alınacak şahsiyetin belirlenmesidir. Ki bu durum Müslümanlar için Peygamber (as)dır. Peygamberi örneklik, insanın fıtratına dönüşünün teminatıdır. Çünkü Peygamber, iki temel vasfı ile öne çıkmaktadır. Taha Abdurrahman bu iki temel vasfı doğruluk ve eminlik olarak tavsif etmektedir. Peygamber, doğruluk üzere ve emin sıfatını taşıyan biri olarak genel bir kabule mazhar olmuştur. Doğruluk, insanın fıtratı ile uyumunu garanti altına alan temel bir haslettir. Hep doğruya talip olma, aynı zamanda adil olma ve ilişkilerde doğru zeminde hareket ederek barışı ikame etmeyi de içerir. Aynı zamanda bu doğruluğu eminlik taçlandırdığı zaman, o kişiye karşı başka kişilerin güven duygusunu pekiştireceği için adaletin ve barışın sosyal tesisini sağlamada temel bir zemin olacaktır. İşte bu noktada insanın kendi fıtratına dönüşünü sağlayacak olan kendisi gibi insan olan ama kendi fıtratı ile barışık biri olan Peygamberi örnek alması başlangıç zemini açısından kaçınılmaz bir ilkedir. Bu insanın kendi fıtratı ile buluşmasını sağlayacak ve tıpkı peygamber gibi Allah ile iletişim ve ilişkiye açık bir hale gelmesine imkân sağlayacaktır. Aşkınlık ile bağı kurmak ilahi iradenin devreye girdiği bir zemindir. Bu zemini aktif olarak harekete geçirecek olan ise kişinin fıtratının belirginlik kazandığı ahdi misakını hatırlaması ve ona göre kendine çeki düzen vermesidir. Bu temel vasfı dikkate alarak üzerine düşünmek elzemdir. Bu noktada Taha Abdurrahman’ın Allah’ın ahlakı ile ahlaklının tasavvuf ilkesi yerine Peygamberin ahlakı ile ahlaklanmayı önermesinin sebebi de açığa çıkar. Bu noktada şu nükte bize açıklayıcı bir bakış sunar: gömleğinin ilk düğmesini yanlış bağlayan son düğmeyi de yanlış bağlamak zorunda kalır. İşte yolculuğa çıkarken doğru adımı atmadan sonun doğru adıma çıkmasını sağlamak mümkün değildir. Bu yüzden insan, kendisi gibi insan olan peygamberin ahlakı ile ahlaklanarak kendi fıtratına dönmeli ve böylece yolculuğunu sürdürürken doğruluk ve eminlik vasıflarını koruyarak güçlendirerek insan sorununu çözüme kavuşturabilir.
İnsanın Rabbi ile kuracağı ilişkinin mahiyetini en iyi temsil eden peygamberdir. Çünkü o Rabbi tarafından seçilmiştir. İnsanda kendi seçilmişliğini teyit edebilmek adına peygamberi ahlaka sahip olmaya çalışmalıdır ki bu seçilmişliği kesinlik derecesine çıksın. İnsanın önündeki bu en güzel örnek onun çıkış kapısını da işaret etmektedir.
İşte felsefi bir düşünceyi kurmak için insanın konumunu, neliğini, niteliğini ve ilişkiler ağını doğru bir zeminde kurmaya çalışmak asıl olmalıdır. Bu özgün İslam felsefesi aynı zamanda fıtratı ile buluşacak insanı inşa etmeye yönelik bir teze sahip olmalı ve bu tezi gerçekleştirecek ilkeleri ve eylemleri besleyecek bir ahlaki temele de kavuşturulmalıdır.
İslam ahlakı fıtrat ahlakıdır. İnsan fıtratı ile buluştuğunda İslam ile buluşmuş olacaktır. İslam üzere olan kişi Rabbi ile sağlıklı ve sahih bir ilişki kuracaktır. Bu da hem onun ve hem de insanlığın kurtuluşuna vesile olacaktır.
Bilimin ahlaktan kopartılması, öznel bakışın insanı insanlığından soyundurması ve süflileştirmesi onun insan tanımı ile birebir ilişkili bir konumu ihtiva edecektir. O zaman yapılması gereken ilk şey, insan tanımını yeniden yapmak ve onu fıtratına mugayyır durumdan kurtarmaya çalışmak olmalıdır.
Böylece Özgün bir İslam felsefesini yeniden düşünmek ve kurmak için gereken zeminin ne olduğu konusu açıklık kazandı. Yapılmaması gerekenleri yapmayarak, yapılması gerekenleri ise yapmaya başlayarak bu durumu izah eden bir düşünce zemini kurmak hem bir sorumluluk alanını işaret eder ve hem de yapılabilir bir olguyu işaret etmektedir.
Modern felsefe ile İslam felsefesi arasındaki temel fark; öznenin bilişin temeli kılınması, öznelliği öne çıkarmak ve onu yeniden kurmaktır. Kurulan insan üzerinden doğa ile ilişkiler bir tahakküm ilişkisine dönüştürülmektedir. Bu yüzden çatışma ve kaotik zemin zorunlu olmaktadır. İslam felsefesi ise Allah merkezli bir bilişsel zemine yaslanmaktadır. Allah insana bildirmekte ve ne yapılması gerektiğini bildirmekte, bununla yetinmemekte ve insana örnek alacağı bir insanı seçerek onu peygamber ilan ederek onun gibi davranmayı önermektedir. Ayrıca varlığa dair, Kendisine dair; esma ve sıfatlarını, insana dair ve imtihan oluşun sonucu olan Ahrete dair ‘kesin’ bilgiler vermektedir. İslam felsefesi bu bağlamda Allah merkezli bir düşünce zeminine yaslanır. Bu da aşkınlığı/sonsuzluğu/ gaybi olanı da içerecek bir ilişki ağını gündeme taşır. İnsan böylece kendini aşarak kendi fıtratı ile sürekli yenilenen bir ilişki kurarak kendi yolculuğunu tamamlar.
Düşünmeye devam…
YORUMLAR