Ahlaksız ve anlamsız bir dünyada var olmak…
Anlam ve Ahlaka yönelik kayıtsızlığı yanında anlam ve ahlakın kurduğu bir dünya görüşüne karşıt tutumu ile modern dünya anlamsız ve ahlaksız bir dünya kurmuştur. Kendi bilgi sistemini ve bu sisteme dayalı siyasi, iktisadi ve içtimai görüşlerini öne çıkartarak anlamsızlığı ve ahlaksızlığı kalıcı bir zemine sahip olmasını sağlamaya yönelik bir strateji geliştirmiştir. Çünkü dini bir kültürü yekten yok saymak mümkün değildi. Önce onun içeriğini değişime uğratmak gerekirdi. Protestan mezhebi bu zeminde kurumsallaştırıldı. Giderek seküler hayatı önceleyen yaklaşımı aynı zamanda bir üstünlük nişanesi kılarak insanları bu zemine çekmeye çalıştı. Sonra da batı dışı toplumların üzerine bina edilmiş anlam ve ahlak anlayışlarını propaganda aracılığı ile sarsmaya ve ona müdahale etmeye çalıştı. Bilim ve felsefe ile siyasal iktidarın da sağladığı avantajla batı dışı kültürleri batılı kodlarla değişime zorlamaya başladı. İçerden satın alınan rol modeller ile makam, mevki ve para ile bu yeni seküler yaşamın kabulüne yönelik güçlü bir maddi imkân sağlanarak yerleşik hale getirilmeye çalışıldı.
Ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerdeki gelişmeleri tarihsel seyri içinde gözlemlediğimizde nasıl bir tarihsel seyir izlediği görülecektir. Harf inkılâbı yanında kılık kıyafet ve medeni hukukun değişimi bunun başlangıç noktaları olarak kayda geçmiştir. Eğitim öğretim ve benzeri durumlar üzerinde ise seküler kültür başat kültür haline dönüştürüldüğü gibi Müslüman kimliğini öne çıkaranlara karşı şiddet ve hukuki yaptırım yanında yok sayılması da bu baskının karakterini işaret eder. Benzer tavırların aynı şekilde farklı Müslüman ülkelerde de mevcut olduğunu biliyoruz. İşte bu şekilde hem batıda ve hem de Müslüman ülkelerde seküler yaşam öne çıkarıldı ve kalıcı bir özellik kazanmasına imkân sağlandı.
Anlam ve ahlak ise belirli bir zemini aşan bir gerçekliğe yönelik bir ilgiyi zorunlu kılar. Aşkınlığı içinde taşımayan her hareket anlam ve ahlaki zemini kaybetmeye mahkûm kalır. Modern dünya ise bilgiyi indirgeyerek akla mahkûm kılması, aklı da mantık ve matematik ile sınırlandırarak onu kayıtlı bir duruma indirgemesi başlı başına bir sorunsal alan oluşturmuştur. Bu vesile ile metafizik meselesini de Kant ile akli alana indirgeyerek etik olanı da ödev ahlakı ile tanımlayarak kayıtlamıştır. Bu bağlamda ahlaki bir zemine işaret etmek artık mümkün olamamaktadır. Anlama da bu indirgeme hali üzerinde ulaşmak imkânsıza dönüşmüştür. Anlam, hep bir aşkınlığı içinde taşır. Buradaki aşkınlık, varlığın dışında ve varlığı aşkın bir ‘Mutlak Varlık’a gönderme yapmak zorunludur. Ama Mutlak Varlık’ı ‘Bilinemez’ kategorisine koyarak onu yok saymak modern düşüncenin temelini işaret eder.
Gaybi olana yönelik isteksizliği, görülen dünyaya yönelterek ‘olan’ ile sınırlı bir bilgi ve dünya içinde yaşamayı önceleyen bu yaklaşım süreç içinde bir anlamsızlık girdabına düşmüştür. Bu anlamsızlık girdabı batıyı daha erken içine çektiği halde batı dışı toplumları ise süreçle kendine doğru çekmeye devam etmektedir. Batı dışı toplumların anlamsızlık girdabına girmesini sağlayacak olan ise modernleşmede kat ettikleri mesafe ile ilgidir.
Heidegger düşünceyi ölüm üzerine kurmamız gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü ‘düşünce bilinen üzerine değil bilinmeyen üzerine olmalıdır’ derken Heidegger içine düşülen anlamsızlığı fark etmektedir. Varoluşçular ve dini düşünceyi eksene alan filozoflar anlamsızlığı erken fark ederek buna yönelik bir tepki geliştirmeye çalışmışlardır. ‘Tanrının ölümü’ meselesi de bu anlamsızlığın dışa vurumu olarak öne çıkmaktadır.
Anlam ve ahlak ise birbirini tamamlayan ve insanın bütünlüğünü oluşturan iki temel unsurdur. Anlamsız bir ahlak ancak etik bir konumu ihtiva eder. Ahlakı salt doğal bir durum olarak işlevselleştirmekte yeterli bir zemine sahip değildir. Her şeyin kendine ait bir etiği olduğu savı olgu düzleminde doğru ama kişisel ahlaki zemin açısından yanlışa tekabül eder. Ahlak, doğal olanı aşkın bir durumu içerir, içermelidir ki ahlak adını almaya liyakat kesbedebilsin…
Olguyu olanla sınırlandıran bakış, olguda gücün belirleyiciliği ile birlikte gücün meşru zemini içinde ahlaki olanı ve anlamı güç ile bütünleştirerek yeni bir tanım meydana getirir. Bugün İsrail terör devletinin Filistinliyi soykırıma uğratmasına rağmen, yeterli bir tepkiselliği inşa edemediği gibi engelleme konusunda da sözden öte bir yaptırımın olmamasını bize izah eder. Bu olguda bir ahlak bulamayacağımız gibi bir anlam da bulamıyoruz. Daha öncede benzer durumlar meydana getirilmişti. Afrikalı nüfusun üç yüz milyonun yüz milyonunu öldüren, yüz milyonunu açlığa mahkûm eden ve yüz milyonunu da bir kısmını yolda ölüme terk eden ve köleleştiren bir medeniyetin anlam ve ahlak diye bir kaygısının olmadığını izah eden açık bir beyyinedir.
Batının kendi dışındaki toplumların hak ve hukuklarına yönelik gaspı da bu seviyede düşünmek ve anlamak doğru olandır. Batı dışı toplumların yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürerek onlara hiçbir pay vermeden batılı iktidarların kendisine kullanması. Batı dışı toplumları açlıkla baş başa bırakarak kendi seçtiği hainleri zenginleştirmesi. Bu biçimi ile batı kendi iktidarını sürdürmeye devam ederken bir anlam ve ahlaktan söz edilebilir mi? Rusya ve Ukrayna savaşında Ukrayna’nın yanında yer alan batı, İsrail ve Filistin meselesinde ise İsrail’in yanında yer almaktan imtina etmemektedir. Bu iki olay bile anlam ve ahlakın yokluğunu gösteren örneklemlerdir.
Yeni dünya derken yine gayri ahlaki bir zemini inşa etmekten imtina etmemektedirler. Nüfus planlaması bu anlamsızlığın ve ahlaksızlığın en yüksek seviyede tezahür ettiği alandır. Kim neye göre başka insanların yaşam haklarını elinden alabilecek bir güce ve iradeye sahip olabilir? Ama bu modern dünyayı kuran irade kendini ‘Tanrı’ yerine koyarak bu hakkı kendinde bulmaktadır. İsrail terör devletinin Filistinliyi yok ederken seyretmeyi bir hak olarak ve belki de büyük bir sevinç duyarak izlerken anlam ve ahlakın gerçekten yok olduğunu da göstermektedir.
Benzer bir durum olarak iktisadi alanda ve küresel çetenin sermaye olarak dünya şirketlerini kendi tekellerine alma girişimlerine yönelik bir tepkisellikte de görülüyor. Siyasi alanda ise gücün belirleyici gücü her zaman geçerli bir akçe olarak işlevsel görünmektedir. İktidarların değişimi gerçek anlamda bir seçim süreci ile değil kurulan ilişkiler ağının durumuna göre biçimlenen bir şeydir. Halkın kendi kendini yönetmesi kocaman bir aldatmacadan öteye geçmediğini görmek için biraz akli yetimizi kullanmamız yeterlidir. Ülkemizde son iki yıldır oluşturulan fiyat yükselişini sağlayan şey, ortak hareket eden şirketler ve kira artışındaki meslek dayanışması/ Emlak işi yapanların ortak tutumu ile yükseltilmesidir. Bu durum insanları açlık sınırına mahkûm kılmaktadır. Yani bir el Türkiye’de enflasyonu azdırdı. Siyasi çıkarlarını sağlama alma ve yeni bir sözleşmeye varabilmenin imkânlarını devşirmek adına olduğu bilinmektedir. Ama bu mesele açıkça tartışılmaz! Başka isimler altında bu dile getirilir. Ülkenin bekası gibi…
Gündelik hayatta ise medya aracılığıyla televizyon dizileriyle başlayan furya üzerinden sürekli aldatmayı, kirli ilişkileri, evli kadınların kocalarını aldatması, kocaların hanımlarını aldatmaları vesaire, görsel şov/çıplaklığı öne çıkartan giyimlerin bir anda genel bir trend olması ve benzeri durumlar ise insanların gündelik hayatlarındaki müdahale zeminini gösterir. Güvenin yok olduğu, yalanın normalleştirildiği bir zeminde anlam ve ahlak demenin bir karşılığı kalmıyor. Zaten gündelik yaşamda da bu iki kavramın bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu zeminde ise Müslüman şahısların gündelik yaşamlarındaki yanlışlarına yönelik dini ahlaka yönelik eleştirel tutumu da dikkatle izlemekte yarar var. İnsanların teknolojik bağımlılığa mahkûm edildikten sonra insanların kendiliğinden bazı şeylere yönelmelerini sağlamak kolaylaşmaktadır. Ama bu meselenin dile getirilmesine yönelik engeller ile bu hep geriletilmektedir. Sahte şeyhler, sahte hocalar, sahte dervişler üzerinden kötüleme kampanyaları yapılan medya mecralarında linç girişimleri yapılmaktadır. Yani mühendislik ileri bir adım olarak sosyal mühendislik faaliyeti içinde yeni sosyal kültürün konumlandırılmasında kullanılmaktadır. Teknoloji bunu sağlamak için kullanıma dâhil edilmektedir.
Kurumsal ahlak kadar bireysel ahlak da yokluğa tevdi edilmiştir. Hukuk ise güce göre konum kazanmaktadır. Hukuk, ahlaki olana göre hareket ettiğinde adalet açığa çıkar, güç üzere hareket ettiğinde ise adalet yokluğa tevdi edilmektedir. Bu şartlar içinde bir anlam ve ahlaktan söz etmek imkânsız hale dönüşmektedir.
Bu meselede çözümün ilk adımı; bir farkındalığın inşa edilmesidir. Bunu yapabilecek olan entelektüel bir zemine olan ihtiyaç açıktır. Bu zeminde bir entelektüel yapı inşa etmenin kaçınılmazlığı kendini dayatır. Farkındalığı inşa etmek öyle sanıldığı gibi kolay olmamaktadır. Alışıla gelinmiş bir durumu değiştirmek gerçekten zordur. Gazze ve Filistin meselesinin aldığı zemin bu uyanışa bir katkı sunabilir. Kanla uyanmanın sağlandığı bir zemin olarak soykırım, insanları vicdanları ile baş başa bırakmaktadır. İşte bu uyanışın ilk adımıdır. Bu adımın devamı için ise bu meseleyi ele alacak bir entelektüel zemine olan ihtiyacı görebilecek bir hassasiyet ve bu hassasiyete dayalı entelektüel zemine verilmesi gereken destek şarttır.
Farkındalığı sağladıktan sonra kurucu bir sosyal alanı inşa etmek elzem olacaktır. Bir sosyal alan; ahlaki olana ve anlama dayalı davranışlar kalıbı içinde kendi anlam dünyasını ve ahlaki yapısını gündelik yaşamın pratiğinde sürdürmeye çalışmakla sağlanır. Bu sosyal gerçekliği inşa için ise kişinin kendi istekleri yerine anlam ve ahlakın kendisinden istediği şeyi her şeye rağmen yerine getirme iradesi ve çabası sağlar. Böylece yeni bir sosyal gerçekliği inşa etmek mümkün olacaktır. Bu sosyal gerçekliğin iki temel kodu olmalı: ahlak ve anlam…
Son adım ise, bu harekete yöneltilen her saldırıyı anlam ve ahlak zemini içinde kalarak cevaplamaktır. Gazze'yi başarılı kılan bu halin Gazze dışında da sosyal bir gerçekliğe dönüştüğünde vicdanı harekete geçirecek ve bu hareketi sosyal gerçekliğe katılım ile nitelendirecek bir süreci mümkün kılar. Filistinli gibi ölümü öldürdüğümüz gün yeni bir sosyal gerçekliği inşa etmekte kalıcı hale getirilebilir. Kendinden vazgeçmeyen birinin yeni bir hareket içinde ve yeni bir ahlaki ve anlam arayışını gerçekleştirmesi beklenemez! O yüzden kendisini değil, başkasını düşünmek asıl olmalıdır. Adalet ve ahlak ekseninde yeni bir dünyanın kurulmasının mümkün oluşunu gündemleştirmek ise asıl sorumluluktur.
YORUMLAR