Abdulaziz TANTİK

Abdulaziz TANTİK


Ahlâkın Oluşumunda Ruh Biçim İlişkisi…

27 Ağustos 2024 - 10:44

Abdulaziz TANTİK 
Ahlâk, insan ve varlığın üzerine kaim olduğu anlamın dışlaşarak varlık kazandığı bir kimliği işaret eder. İnsan açısından ahlak ise; yaratılış gayesi ile uyumlu bir ruh ve biçim bütünlüğünü işaret eden eylemler bütünüdür. Ahlâk dendiğinde bir tamlıktan söz edilir. Eksik, zaaf taşıyan veya tamamlanmamış bir şey için ahlak kavramını kullanmak eksik ve aldatıcı bir operasyonu işaret eder. O yüzden ahlak ile anlam arasında birebir irtibat söz konusudur. Anlam ise insanın yaratılış macerasının neliğini izhar eden bir bakışı işaret eder. Ahlak gibi anlam kavramı da Yaratıcı, Yaratılış ve Yaratılmışlığı içinde taşıyan bir bütünlüğü taşıması elzem olan kavramlardandır. Bu iki kavramı kendi otantik yapılarından soyutlayarak kelime oyunları üzerinden dinden/ aşkınlıktan azade kılarak seküler bir zeminde yeniden tanımlama girişimi başlı başına bir fiyasko olarak tarihe kaydedilmiştir.

Modernliğin temel ikilemi olan Kartezyen düalizm, ruh ve biçim ayrımını meşrulaştırmıştır. Ruh ve biçim arasındaki bütünlüğü ortadan kaldırdığınız andan itibaren hem ruha ve hem biçime müdahale etme imtiyazı elde ederek yozlaştırıyorsunuz… O yüzden modern batı ahlaktan yoksun ve salt biçimsel bir ilişki ağı ile sınırlı bir yaşamı sürdürmek zorunda kalmaktadır. Ve bütün bir dünyayı da bu ilişki ağına mahkûm kılma isteğini uygulamada her türlü imkânı devşirerek gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

Modern müslüman zihinde bu durumdan beslenmeye devam ettiği için ahlaki olanı ruh ve anlama irca ederek biçimi elastiki bir şekilde devre dışı bırakma arzusunu açığa çıkartarak farklı İslam tanımlamaları yapmaya başladı. Türk İslam’ı, Arap İslam’ı, Acem İslam’ı, Avrupa İslam’ı, sol İslam, liberal İslam, sosyolojik İslam gibi tamlamalar eşliğinde İslam olan Ed Din’i değişime uğratarak insan zihninin eseri olan bir kılıfa koyma çabaları artarak devam etmektedir. Doksanlı yıllarda Türkiye’de benzer tartışmalar Sivilleşme, özgürlük, demokrasi, insan hakları eşliğinde başlatılmıştı. Süreç giderek, Sünnet kavramını tartışmaya açmaya, Arap İslam’ı kavramsallaşması üzerinden Türk İslam’ı kavramsallaştırılmasına yöneltildi. Ve bugün bu konuda epey ileri adımlar atılarak ulaşmak istenilen hedefe yaklaşılmıştır. Deist ve ateist yaklaşımlar, ‘İslam bu çağa hitap etmiyor’ denilerek meşrulaştırılmak istenmektedir. Ruhu biçimden kopartarak yeniden biçimlendirmeye çalışmanın doğal sonucu olarak öne çıkan bu durum yeni açmazlara kapı aralamaktadır. Başörtüsü gibi namaz gibi kurban gibi temel kurallar bile bu biçimsellik tartışmasında yeniden gündeme taşınarak farklı sonuçlar doğuracak yaklaşımlar geliştirilmektedir. Orucu, her yılın sonuna eklemleme çabaları hac mevsimini değiştirme arzuları vesaire de bu çerçevede düşünülmektedir. Sosyolojik bir okuma üzerinden her şeyi meşrulaştırma ve sadece adı kalan bir ruh ile hareket edildiğinde onu istenilen kıvama getirene kadar sürdürüleceği anlaşılan bu yaklaşıma yeterli bir cevap da üretilmemektedir.

Ruh ve biçim ilişkisinde üçlü bir yapı söz konusudur. Ruh, ruhun biçime yönelmesini sağlayan süreç-oluş ve ruhun bedenlenmesini sağlayan biçim… Ruh ve biçim ilişkisini süreç/oluş olmadan değerlendirmeye tabi kılmak mümkün görünmemektedir ve her iki kavramı da değişime zorlamaktadır. Süreç aynı zamanda ruhun biçimi şekillendirmesi ve tanımlamasını da içermektedir. O yüzden süreçten bağımsız bir ruh veya biçim tek başına bir anlam taşımaz. Şu anlamda; ruh, salt ruh olarak anlam dünyasında tek başına kaldığı sürece bir sorun teşkil etmez! Ama bir biçime yöneldiği, yaşama aktığı zeminden itibaren bir süreç ve biçim kazanmakta ve bu süreç ve biçim sanıldığı gibi biçimin kendisinden neşet eden değil, ruhun akışının kendi otantik yapısının zorunlu sonucu olarak var olan bir biçimden söz edilebilir. O zaman akış yukarıdan aşağıya doğru bir seyir izlemektedir. Yani ruh, oluş üzerinden biçimi şekillendirmekte ve kendini izhar etmektedir. Hâlbuki modern bakış, tersini ifade etmektedir: biçim ruhu yeniden biçimlendirmektedir, diyerek…

Bu Allah merkezli bir bakış ile insan merkezli bir bakış arasındaki derin uçurumu işaret eder. Modern bakış insanı merkeze aldığı için hümaniter bir bakışı sunmaktadır. Bu hümaniter bakış ise insanın kendi dışındaki her şeyi kendi cephesinden yeniden tanımlama imkânını sunmaktadır insana… Bu temel gerçeği ıskalayan her bakış sorunlu olarak açığa çıkmaya mahkûmdur. İslam ise; Allah merkezli bir bakışı öncelemekte ve her şey nüzul etmektedir; yukarıdan aşağıya doğru biçim kazanmaktadır. O yüzden Allah her şeyin belirleyicisi, yaratıcısı ve inşa edicisidir. O Yaratıcıdır, Yaratılışı sürdürendir, yaratılmışın biçimini de sağlayandır. O’nsuz hiçbir şey olmaz! Bu yargı otantik/yani ontolojik bir gerçekliği işaret eder. Elbette ki bilgi düzeyinde varlığın kendini idame ettirmesi, şartların oluşumu ve insanın yüklendiği teklifi yerine getirirken özgür bir iradeye sahip oluşundan neşet eden değişimler ayrı bir düzlemde ele alınacaktır. Bu düzlemi de inşa eden ilahi iradedir. İlahi iradeden bağımsız bir iradeden söz edilemez! İnsan iradesi kendisine bahşedilmiş imkânlar muvacehesinde yaptığı işlerden hesaba çekileceğini bilerek anlam ve ahlaki arayışını sürdürme çabasını ortaya koyacak çaba ve gayrete sahip olmaya çalışmalıdır.

Olguları birbirine karıştırmadan yerli yerinde anlamlandırıldığı zaman hakikat tecelli eder. İnsan, ruh ve biçim ile birlikte bir bütün olarak kulluğunu inşa etmelidir. Bu kulluğun temelini ise nübüvvet yani peygamberlik örneklik ve temsil ederek sağlamaktadır. O yüzden Sünnet, değişime tabi kılınarak değil, bilakis olduğu gibi korunarak örneklik teşkil ederek kişiyi kurtarmaya vesile olur. Son dönemlerde gündemleştirildiği gibi ‘Salt Kuran bize yeter’ diyerek Kuran’ı mevcut biçim içinde yeniden tanımlama girişimleri olumlu ve sahih bir ahlakı ve anlamı inşa edememektedir. Durum ortada… Geçmişten gelen dini kültüründe bu anlamda ‘bir çözüm öneremedi’ yargısı kısmi bir haklılığı işaret eder. Ruhundan kopmuş bir biçim veya beden çürümeye mahkûmdur. Bedeni olmayan bir ruh ise soyutlaşarak varlığını kaybetmeye mahkûm kalır. Bu yüzden hem ruh ve hem beden/biçim birbirine muhtaç olarak varlığını sürdürmeye zorunludur. Kuran kıssalarında anlatılan peygamber öykülerinin neredeyse bütününde bu durum çok özel olarak aktarılır. Her peygamber, ruhun kazanacağı biçimi temsil eder. Bu yüzden her peygamber bir temsil örneği olarak işlevsellik kazanır. Bu temel gerçeği göz ardı eden modern yaklaşım ise çukura düşmekten kurtulamamıştır.

Modern düşünce İslam’ı yeniden düzenleme çabaları içinde Kuran ve peygamber arasındaki ilişkiyi ve irtibatı kopartarak onu yeniden biçimlendirmeye yönelmiştir. İçerden veya dışarıdan bu teze destek olanların iyi niyetle veya kötü niyetle yaptıkları kendileri ve Allah arasındaki ilişkinin kendisinde bir yere sahip olacaktır, ama dışarıdan bir göz bile bu yapılanların pek doğru ve dinin fıtratı ile oynamak olduğunu bilir ve söylemelidir. Hiçbir şey aşağıdan yukarıya doğru bir tanım içermez, hakikati teşkil edemez! Her şey yukarıdan aşağıya doğru bir seyir içinde tanımlanacaktır ve buna göre hakikatini teşkil ederek sahici mekânını kazanacaktır.

Bir müslüman önüne sürülen her düşünceye âmin demez, dememelidir de… Bir müslüman müslümanca düşüncenin neliği konusunda ilk müracaat edeceği yer peygamberin vahyi nasıl anladığı ve yaşadığı, biçime kavuşturduğudur. Buradan kendi dinini doğru bir şekilde öğrenebilecektir. Müslümanlar, bu düşünce ve düşünme biçimini belirli bir usul üzerinden bugüne kadar taşıyabilmişlerdir. Bu noktada Müslümanları yanıltan, ruhun kaybeden biçimsellik üzerinden tarihsel sürece yöneltilen itirazlardır ki bu itirazların ilim ve usul açısından bir karşılığı oluşmamaktadır.

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum