ÇAĞDAŞ BİLİŞSEL YALANLAR
Abdülaziz TANTİK
Bu Çağın en büyük özelliği yalanı bir norm olarak kabulünü sağlamak ve ona göre bir eğitim müfredatı geliştirmektir. İster Agnostik ol, İster Liberal/ göreliliği savun, ister felsefeci ol, ister bilimci kesil, durum pek değişmiyor.
Yalanın iki temel özelliği var: Kurgu ve Yapaylık… Modern Düşünce bu iki temel özelliği korumadan en üstün başarı alanına sahiptir. Modern düşünce zaten kurgu olmadan var olamaz! Nesne ile kurduğu ilişkide mantık ve matematik üzerinden kuracağı ilişki tam bir kurguya ihtiyaç hisseder. Her kurgu ise kendi içinde yapaylığı taşır. Kurgu, yapaylık olmadan var olma imkânına haiz değildir. O yüzden beşer aklının devreye girdiği her alanda bir kurgu ve bu kurgu üzerinden de doğal halinden soyundurulmuş bir yapaylık kendini gösterir.
Modern düşünce monist bir bakışa sahiptir, dediğimizde ise kastettiğimiz şey; göreli, agnostik veya bilimci, felsefeci olsun, tek bir bakışı dikte etmek ve ona göre özneyi yeniden tasarımlamaktır. Hâlbuki bir şey bilinemez ise konuşmanın ve anlamın bir karşılığı kalmayacaktır. Anlam ve konuşma; yani iletişim ve istişare yoksa geriye ne kalır ki; gücün egemen olduğu bir zeminden başka…
İşte modern düşünce bu çerçeve içinde bir Güç egemenliği medeniyeti kurmaktadır. Ama bunu özgürlük ve demokrasi adına dikte etmektedir. Güç, kesintisiz bir egemenlik ister. Bu egemenliği korumak için ise muhalefetin her türlüsünü reddeder. Modern düşünce ise muhalefeti kendi temel ilkeleri içinde olduğu zaman kabul eder, kendi ilkeleri dışında kaldığında ise yok sayar. Bu yokluğa yönelik her tehdidi ise bir saldırı ve şiddet unsuru olarak görerek onu yok etmenin meşru zeminlerini inşa eder.
Son dönemde ben agnostiğim diyen bazı sosyal medya fenomenleri ise bunu bir iftihar meselesi kılarak kendi dışında kalan her unsura, özellikle de dine karşı bir ithama dönüştürür. Eğer, bir şeyi sen bilme imkânına sahip değilsen, varlığını ve yokluğunu tartışma konusu yapmanın tutarlılığı nerede kalır? Eğer, tutarlı olmak istiyorsan, ‘bu konuda benim söyleyeceğim bir söz yok’ dersin, olur biter… Çünkü varlığını ve yokluğunu kesin olarak ispat edemeyeceğin bir konuda ileri geri söz söylemek ve hatta yargıda bulunmak kişinin kendisi ile çelişkiye düşmesinin bariz göstergesidir. Bu da o kişinin artık güvenirliliğini yitirdiğini işaret eder. O zaman artık onu dinlemenin veya onunla muhatap olmanın bir karşılığı kalmayacaktır. Benzer bir nokta da liberal/göreli görüş için geçerlidir. Hem göreliliği savunacaksın, hem de herhangi bir konuda kesinliği ilan edeceksin… Eğer, bir konuda kesinliği ilan ediyorsan, o zaman başkaları da başka konularda kesinliğe dair bir görüş ileri sürme imtiyazı kazanır. Bu kendisi ile tutarlılığı açısından zorunlu bir ilkedir. Ama yorum üzerinden göreliliği belirli bir sınır içinde tutacaksan, ki öyle yapıyorsun, o zaman başkaları da kesinliğe dair bir çerçeve çizebilir. Ki bu tartışmalar tarihte de gerçekleştirilmiştir. Ve modern düşüncenin kendisini izdüşümü olarak gördüğü Platon felsefesi bu tartışmaya bir son vermek için kendi felsefesini inşa etmiştir ve bilginin mümkünlüğünü ilan ederek bir felsefe ortaya koymuştur.
Aynı konumu bilim ve felsefe dediğimiz olgularda da görmekteyiz… Felsefe aklı öne çıkartırken, farklı biliş süreçlerini yok saymakta veya yetersiz görmektedir. Bir şekilde ispatı öncelediği için akli olanla sınırlı bir yaklaşımı mutlaklaştırmaktadır. Ama bu mutlaklaştırmanın kendi iç tutarlılığı açısından da sorunlar ürettiği ortada… Bu konuda mesele gelip güvene dayanmaktadır. Hangi yöntemin güven sağladığı meselesi tam bir muamma… Güven ise duygusal bir olgudur. Bu duygusal olgunun etkileşimi farklı sonuçlar doğurur. Bu yüzden, sezgisel olanın sağladığı güven ile bilimsel bir verinin sağladığı güven arasındaki mahiyet farkını neye göre değerlendirme konusu yapacağız? Veya akıl, aklın türevleri ile sağladığı güven ve imanın sağladığı güven arasında nasıl bir karşılaştırma ile hangisinin öncelikli olduğunu söylemek mümkün olabilir…
İşte bu yüzden yeni bir epistemeye doğru yürürken, yeni bir çağın zemininde göreliliği kutsallaştırmanın bir anlamı kalmamaktadır. Bilim, Felsefe ve Din’in kendine has biliş süreçleri olagelmektedir. Ama bunlardan birini yekdiğerini yok sayma adına öne çıkarmanın tutarlı bir açıklaması olamaz! Ancak, Din, ulûhiyet bağlamında, İnsan ve Allah arasındaki bağı göstermesi ve İnsana yol göstericiliği dikkate alınarak, onu diğerleri için yeterlilik şartı olarak tasarımlamak önemlidir. Bu akla ve tecrübeye yol göstermek bakımından değil, elde edilen bilginin sahih olup olmadığı konusunda ve bir kıymet bakımından değerini ortaya çıkarma açısından önemlidir. Yani akıl üzerinden veya tecrübe üzerinden Din’e ahkâm kesilemez! Her biliş süreci kendi sınırları içinde anlamlı ve yetkin olabilir. Bu anlamlı ve yetkin hali sınırları dışında yeni sorunsal alanlar üretmede pek mahirdirler. Bunu zaten uzun zamandır gözlemlemekteyiz…
Sanıldığı gibi agnostiklik üzerinden bir anlam üretilemeyeceği için şiddet ve çatışma üretmekten öte bir işleve sahip olamaz! Deney ve gözlem ise onların sonuçlarını değerlendirirken bir anlama ihtiyaç hisseder. Kendileri bu anlamı ihtiva edemezler! Anlam, bu çerçeve içinde bütünlüğü taşıyan bir özellik taşır. Bu da ancak İlahi Kudretin gönderdiği bilgi sayesinde ele alınabilir. Son iki yüzyılın meydana getirdiği insan tipolojisi ve ilişkiler ağının serencamına bakıldığında anlamın nasıl bir yokluğun içinde kaldığı gözlemlenebilir. Bu yüzden anlamsız kalan insanlığın ancak pişmanlık üreten tecrübelere mahkûm kalmasını zorunlu kıldığı gibi temel bir yargıya bizi taşır…
Özne akıl ilişkisi ve özne değer ve anlam ilişkisi ise modern episteme üzerinden tam ve sahih bir şekilde kurulamadığı her akıl baliğ insan tarafından bilinmektedir. Dine yöneltilmiş eleştirilerin yerine kurguladığı yeni bir etik anlayışı ise hukuk üzerinden bile sağlama konusunda taşıdığı zaafı görüyoruz. Buna rağmen, hala dine yöneltilmiş eleştirileri tutarlı ve sağlıklı bulmanın akletme ile bir ilişkisi kurulamamıştır. Akıl, kendi başına bir işlevsellik kurarsa, otoriter bir yapı kurmaktan öteye geçemez! Her akıl otoriter bir yapı kurduğunda ise çatışma ve kaos kaçınılmaz olmaktadır. İşte modern dünyanın yeni hali budur…
Kaotik bir zeminde çatışma süreçleri giderek yeni bir dünya savaşına doğru evrilme yolunda azimli bir şekilde yol almaktadır. Habermas gibi modern bir filozofun bile artık Din’e kendi otantik karakterini geri vermeliyiz ki modern düşüncenin ürettiği sorunlara Din’den hareketle çözüm bulalım, demek zorunda kalmaktadır.
Şunu açık yüreklilikle söylemeliyim ki; modern düşünce ve türevlerinin ürettiği biliş süreçlerinin insanlığın anlam haritasına verebileceği bir katkı yoktur. Bu yüzden insanlar yeniden Din’e yönelmekten başka bir seçenek bulamamaktadır. Ama modern düşüncenin ürettiği propaganda dili üzerinden ve üretilen algılar eşliğinde insanların Din ile sahih ve sahici bir bağ kurmalarına yönelik baskılar ve engeller üretmekten vazgeçmedikleri görülmektedir. İnsanların ise artık bir karar vermeleri gerekmektedir: Ya yaşamını anlamsız bir şekilde kendi özgürlüğünden vazgeçerek köle gibi modern epistemenin boyunduruğunda geçirecek veya kendini özgürleştirecek bir anlam arayışı sonucu Din ile sahih ve sahici bir ilişki kurarak kendi anlam dünyasını inşa ederek kendi kurtuluşunu sağlayacaktır.
Abdulaziz Tantik
YORUMLAR