Utangaç, Mahçup Kısık ve Cılız Ses/sizlik…
İsrail ve ABD’yi yalnızlaştıran ve sıkıntıya sokan tek şey; Gazze halkının gösterdiği sabır,tevekkül,metanet ve cesaretin yanında ,tüm dünyada Gazze’lilerin çektiği ıstırabı yüreğinin en derinlerinde hisseden milyonlarca insanın umut veren eylemleridir…
Gönül rahatlıyla bizler de bu milyonların parçasıyız demek isterdim
Soykırımı durdurana ve Filistin özgür olana kadar, Netanyahu’nun ve diğer sorumluların savaş suçlarından ceza almalarını sağlayana kadar hiç durmayacağız, Güney Afrikalı kardeşlerimizin mücadelesini, sağduyulu ve vicdan sahibi insanların ısrarını devam ettireceğiz,İmani ve Tarihi sorumluluklarımızın gereğini yerine getireceğiz demek isterdim…
Herkesi Gazze için hiç durmadan ses çıkartmaya çağırıyoruz.Her şeyimizle Gazze’nin yanındayız. Milyonlarca kardeşimle beraber;Gazze’de ateşkes-Filistin’e özgürlük diye haykırmak isterdim…
Peki neden olmuyor,neden eylemlerimiz son derece cılız ve etkisiz?...
Utangaç ,Mahçup Kısık ve Cılız Ses/sizlik…
Bugün yaşanan gelişmeler dünya sisteminin karar vericilerinin her ne pahasına olursa olsun büyük bir zorbalık çağını daha açmakta ısrarcı olduğu gösteriyor ve bunun işaretini de Gazze’de yaşanan soykırımla vermeye devam ediyorlar. Dünyada ne devletler ne de toplumlar nezdinde İsrail zulmünü caydırıcı bir gücün olduğuna dair ciddi bir işaret bulunmuyor. Yine de buna rağmen Filistin’deki vahşi katliamla ilgili bütün dünyada insanlık vicdanının tamamen sükût etmediğini ispatlayan yaygın gösteriler insana dair umudumuzu yeşertmeye imkân verdi. Işık Batıdan Yükseliyor Batılı devletlerin İsrail’in yanında sıralanmasının bizleri şaşırtan bir yanı olmadığı son Gazze savaşında bir ilk de yaşandı. Tüm bu olup bitenler içinde iki durum bizi büyük şaşkınlığa uğrattı. Bunlardan ilki daha önce hiç alışık ve tanık olmadığımız bir şekilde Batıdan özellikle Latin Amerika bölgesi başta olmak üzere Gazze’ye gelen güçlü desteğin yanı sıra Avrupa ve Amerika’nın sivil toplumunun harekete geçerek İsrail’in artık hiçbir sınır tanımayan alçak ve aşağılık katliamlarına doğrudan sesini yükselten geniş halk kesimlerinin ortaya çıkmış olmasıydı. Bu iki ay süre içinde İsrail’in kendini savunmak gibi bir niyetinin olmadığı tam aksine yapılanın düpedüz bir soykırım girişimi olduğunu anlayan onur ve haysiyet sahibi bu insanlar İsrail’in en büyük destekçisi olan ABD’nin Washington DC, Almanya’nın Berlin, İngiltere’nin Londra’sında mobilize olup sel olup aktılar. Hava şartlarının iyice soğuğa döndüğü Stockholm, Oslo gibi Avrupa başkentlerine, bu saldırılarda en çok İsrail karşıtı bir konum alan İspanya ve İrlanda devletlerinin hükümetlerinin desteği yanı sıra geniş halk kitleleri de Gazze halkı yanında büyük bir sorumluk örneği göstererek saf tuttular. ABD’nin geniş bir Yahudi İsrail Lobisi yanı sıra İsrail karşıtı Yahudi vatandaşları da New York, Washington DC gibi kentlerde ciddi eylemlerde bulundular. Başta Harvard, MIT, Pennysilvania, Colombia gibi birçok Amerikan üniversitesinde geniş öğrenci hareketleri yaşandı. Hollywood sinemasından usta isimler, Susan Sarandon, John Cusack, Dwayne Johnson, Jason Statham gibi oyuncular, İngiltere, İrlanda, İspanya’dan politikacılar hemen her gün yaşanan soykırıma dur demek için gece gündüz İsrail saldırıları neticesinde kitlesel sivil ölümlerin hızla artmaya başlaması ve ölümlerin çoğunluğunu da çocukların oluşturması Türk kamuoyunda İsrail’e ve onu desteklediğini açıkça deklare eden marka ve ürünlere karşı boykot seçeneğini gündeme getirdi. Gazze olayları yaşadığımız dünyaya ilişkin sonuçları uzun süre etkili olacak büyük bir Batı-dışı aydınlanmanın kapısını aralayacak farkındalıkların oluşmasını sağladı. Sosyal medyada her gün onlarca, toplamda binlerce paylaşım yaparak ülkelerinin liderlerini AB’nin sorumlu üyelerini harekete geçirmeye gayret ettiler. Hala da bu çabalarına devam ediyorlar. Mick Wallace, Clara Daly gibi İrlanda’lı, Lone Belarra gibi İspanyol, Jeremy Corby gibi İngiliz siyasetçilerin İsrail’in uyguladığı vahşet ve soykırıma karşı desteği tüm dünyada hissedilir düzeyde oldu. Bu ülkeler, siyasetçisi ile sivil toplumu ile Filistin insanı için umut olmaya çalıştı. İspanya’nın en ünlü üç büyük futbol kulübünden biri olan Deportiva La Coruna takımının oyuncuları La Liga maçına boyunlarında Filistin poşusu, sırtlarına Filistin bayraklı eşofmanla çıkmış olmaları insanlık onuru adına gerçekten şükran duyulası güzel bir jest oluşturuyordu. Arap Dünyası Bildiğimiz Gibi Ancak öte yandan bizi Gazze’de yaşanan soykırım hadisesi karşısında en çok şaşırtan durum ise Avrupa, Latin Amerika ve ABD sivil toplumunun bu şekilde verdiği güçlü destek yanında İslam Dünyası diye tabir edilen ama esasında siyasal anlamda böyle bir tanımlamayı hiç de doğru ve haklı çıkarmayan ve bu nedenle de burada halkı Müslüman toplumlar olarak tabir edilen dünyada yaşanan sessizlikti. Bu yaşanan sessizlik kimi zaman Devletlerin de ortaya koydukları vurdumduymaz tavırla birleşince iyice kahredici bir durum haline geldi. Bu krizde Arap dünyası dersini iyi çalışmış olmanın verdiği bilgelikle sessizliğini bozmamakta kararlı olduğunu gösteriyordu. Ne de olsa 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşında topunu altı günde en alçaltıcı bir hezimete uğratan bir İsrail gerçeği orta yerdeydi. Bu eli öpmesini bileceklerdi. Ülkelerin almış olduğu bu tavır alış zaten sivil alanların hemen hemen hiç olmadığı bu Arap ülkelerinde herhangi bir halk direnişinden de söz açılmasını imkânsız kılıyordu…
Ancak bu süreçte bizi asıl şaşırtan durum Türkiye’de Bu kahredici şeytani kötülük karşısında halkın tepkisinin son derece cılız ve marjinal kalmış olmasıdır. İsrail saldırıları neticesinde kitlesel sivil ölümlerin hızla artmaya başlaması ve ölümlerin çoğunluğunu da çocukların oluşturması Türk kamuoyunda İsrail’e ve onu desteklediğini açıkça deklare eden marka ve ürünlere karşı boykot seçeneğini gündeme getirdi. İsrail’i durduracak, siyasi, askeri ve küresel seçeneklerin imkan dışı olması, İsrail vahşetine karşı kitlelerin yine de bir şeyler yaparak bu ateşe karınca kararınca da olsa su taşıma inisiyatifini gündeme getirdi. Ancak bu hususta da çok büyük bir başarı sağlanamadığı görüldü. İsrail menşeli ya da onu destekleyen markalar o kadar çok uzun listeler oluşturdu ki bu markalara direnmek neredeyse imkansız bir görünüm aldı.
Dilerseniz Türkiye’de bu tür eylemlerin cılız ve etkisiz olmasının sebeblerini Gazze özelinde bir irdeleyelim…
Özel Sebebler…
Bu tür sokak eylemlerinin sonuç alınamayan eylemler olarak görülmesi ve sivil itaatsizlik olgusunun yeterince anlaşılamaması.(Nitekim 90 yıllarda baş örtüsü endeksli Cuma eylemleri ile ilgili yapılan eleştiriler hatta zarar verdiğine dair yaklaşımlar)
Dünya ölçeğinde olduğu gibi Türkiye’de de Ümmet bilincinin yerleşmemiş olması(Cemaatlerin kendi içinde eylemlere ilgi duyması genelde yapılan eylem ve proğramlara ilgi göstermemesi ya da öne çıkma gayreti)
Türkiyeli Muhafazakarların dünya nimetlerine kavuşmasına müteakip ‘’kaybedecek şeyler’’inin çok olması.
Ferdiyetçiliğin gelişmesi ile beraber birlikteliğin yok olması.
Tembellik ve vurdumduymazlık…
Daha kolay yöntemlerle vicdanların rahatlatılması(Sosyal medya mücahitliği, dua,maddi yardımın yeterli görülmesi vs)
Mücadelede daha risksiz alanların tercih edilmesi(Boykot,salon taplantıları vs).Kaldı ki bu konudaki eylemlerde neredeyse hiçbir risk yok…
Konjöktör Kaynaklı(Genel) Sebepler…
Yapılan eylemlerde de bu eylemler yolu ile Filistinlilerin yanında yer almak istemeyen farklı Türk toplum kesimleri yapılan eylemlerle özel ve kişisel yaşamlarının sınırlandırılması gibi bir sonucu çıkararak bu boykot ve protestolara katılmamayı yeğledikleri gibi yer yer İsrail yanlısı bir tavır alışa varan bir çizgide konumlanmayı seçtiler.
Seküler Türk topluluklarına göre sanki bu konu bir avuç İslamcı grubun hassasiyet göstermesi gereken bir olaymış gibi kabul gördü/gördürüldü. Oysaki bu yaşanan vahşet birinci derecede bir insanlık meselesi.
Maalesef ülkemizde kimileri İslam düşmanlığı ve kimileriyse Arap düşmanlığı gibi saiklerle ya bu konuya tamamen duyarsız ya da meseleyi asılsız iddialarla çarpıtmak peşinde oldular.
Gazze’deki katliamın daha en başında Filistinli Arapların bundan yüzyıl önce, güya Yahudilere sattığı iddia edilen toprakları konu eden koca koca profesörler adına hepimiz utandık. Velev ki o iddialar doğru olsun, bir zamanlar toprakların satılmış olması bugünkü katliamı temize mi çıkaracaktı? Kaldı ki, konunun gerçekten uzmanı olan tarihçilerimizin bu iddiaların doğru olmadığını ayan beyan ortaya koymalarına rağmen, bu iftira kampanyası hala yoğunlukla devam ediyor. Bu iddia kendi kaygısızlıklarını meşrulaştırmaya çalışanların payandası olmaya devam ediyor. Şüphesiz ki sosyal medya mecralarında bu gibi iddiaların yaygınlaştırılıp görünür kılınmasında Siyonist lobilerin önemli bir etkisi var ama şu daha can yakıcı bir gerçek ki ülkemizde bu Siyonist propagandalarına alet olmayı ve bunların gönüllü sözcülüğünü yapmayı iş edinmiş yüz binlercesi var.
Yine bu umursamazlığın bir başka boyutu da Arap ülkelerinin bu konudaki duyarsızlığını örnek göstererek “Kendi milletleri olan Araplar bile sahip çıkmıyor biz neden sahip çıkalım?” şeklinde tezahür ediyor. Şüphesiz tarihsel olarak Türkiye’de Araplara karşı resmî ideolojideki hasmane tutum zaten yaklaşık yüz yıldır devam ediyor. Bu gerçeğe paralel olarak tıpkı Balkan milletlerinin ulus-devletlerinin tarih yazıcılığında olduğu gibi modern Arap tarihçiliğinde de yer yer keskin bir Osmanlı-Türk karşıtlığı olduğu gerçeği de bir sır değildir. Ama bu duruma da şaşırmaya gerek yok zira biz, ulusçuluk ve yeni bir ulus inşası adına, kendi nesillerimizi Osmanlı’ya düşman olarak yetiştirmişken Araplara ve Balkan milletlerine bu konuda sitem etmek anlamsız olacaktır. Sonuç itibariyle, bütün bu karşılıklı düşmanca tutumların üstüne bir de son on yıldaki Suriyeli göçü de eklenince Arap düşmanlığının daha da kökleşerek mazlum Filistin halkını da kuşatacak boyutlara ulaşması ile neticelendi. İşin özünü oluşturan husus toplumuzun büyük bir kısmının kendilerini Arapların safında, Ortadoğulu, Doğulu vb. gibi kimlikler altıdan tanımlanmayı istemiyor olmalarıdır.
Bu tavır alışın ardında da Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde alınan esaslı kararlar ve paradigmal dönüşümlerle kendini Avrupa/Batı uygarlığı eksenine konumlandırdığı seçim yatmakladır. Türkiye, Osmanlı’nın yıkılması ile yeni kurulacak devlet olan Cumhuriyet Türkiye’si ile Doğu İslam uygarlığından adeta talak-ı selase ile ayrıldığını deklare etmiş bir ülkedir. Yapılan Batı seçimi ve Osmanlı’nın inkar edilmesi ile sorun Türkiye adına kapanmış görünmektedir. Ancak Cemil Meriç’in veciz şekilde ifade ettiği sözleri ile; “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!”1 Bu bitip tükenmeyen kompleks hali içten içe bizi yiyip bitirmeye, kültürel köklerimiz olan uygarlıkla kesişme içinde olmaktan uzak tutmaya devam ediyor. İslam olmak, Osmanlı olmak toplumumuzun önemli bir kesiminde hala katlanılamayacak bir durum olarak addediliyor. Tıpkı Sezai Karakoç’un Doğu’nun yedinci oğlu meselinde anlattığı gibi kendiliğimizi yitirip başkasına benzemek arzusundan kurtulamıyoruz. Üstelik böyle böyle artık kendimizi de yitirmiş bulunuyoruz.
Bugün basitçe Filistin meselesi olarak tanımlanan ve sanki tipik bir Arap ulusal sorunuymuş gibi çarpıtılan olgunun esasında Osmanlı’nın, Türk’ün, Müslüman’ın davası olduğunu idrak edemeyecek kadar kaybedilmiş ve unutulmaya terk edilmiş zihinlerle karşı karşıyayız. Osmanlı güçlerinin Kudüs’ten çekildikleri dönemde yayımlanan Britanya gazeteleri “Türkler Kudüs’ü teslim etti!” diye manşet atarken, İngiliz general Allenby yüzyıllar öncesine seslenip “Kalk Selahaddin, biz geldik!” diyerek, Selahaddin Eyyubi’ye meydan okurken o toprakların hamisi ve sahibi olanın Türkler, Müslümanlar, Osmanlılar olduğunu gayet iyi biliyordu. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler Balfour Deklarasyonu’yla Filistin’de Yahudilere bir yurt verme taahhüdünde bulundularsa da bu plan belli sebeplerle 1948’e kadar geciktirildi ve büyük güçler arasındaki ikinci hesaplaşmadan (2. Dünya Savaşı’ndan) sonra şartlar olgunlaştırılarak, Holokost miti de inşa edilerek İsrail kuruldu. İsrail’in kuruluşunun Türk milletinin aleyhine büyük bir hamle olduğunu görünmez kılmaya çalışıp 1949’da onu resmen tanıyanlar ve bugün yaptığı katliamları görünmez kılmaya çalışanlar aynı zihniyetin farklı yansımalarıdır. İnönü “İsrail devleti ile siyasi münasebetler açılmıştır. Bu devletin yakın doğuda bir barış ve istikrar unsuru olacağını ümit ediyoruz” derken aslında İngiltere’nin resmî görüşünü tekrar etmekten başka bir şey yapmıyordu. Sonuç itibarıyla meseleyi bir Arap ulusal sorunu olarak göstermeye çalışanlar dün de bugün de Anglo-Amerikan perspektifinden olaya bakmaktadırlar.
Bir de başka duyarlılıkları öne sürerek alternatif sözde-duyarlılıklarla meseleyi önemsizleştirmek isteyenleri görmekteyiz. “Uygur Türklerine yapılan zulümleri niye gündeme getirmiyorsunuz, Karabağ’daki zulümlere niçin bu kadar ses çıkarmadınız!” gibi güya milliyetçi hassasiyetleri kaşımak isteyenler Siyonizm’in sosyal medyadaki manipülasyonlarına ya bilmeden alet oluyorlar ya da bilerek ve isteyerek bu ateşe odun taşıyorlar. Oysaki bahsi geçen zulümlere karşı gösterilen tepkilere de yine aynı ya da benzer hassasiyetlere sahip bir avuç insan sahip çıkmıştı. Bu söylemi benimseyenler aynı anda birkaç kurnazlığı birden yapmaya çalışıyorlar. Sanki Türkiye’de sadece seküler bir milliyetçilik akımı hâkim ve Türk milletinin meselelerine sadece bunlar titizleniyorlar da diğerleri yani muhafazakar milliyetçiler, İslamcılar ise bu meseleleri sahiplenmiyorlarmış gibi bir tavır ortaya koymaya çalışıyorlar. Oysa ki Uygurların uğradığı zulüm, Karabağ meselesi, Hocalı katliamı ve Filistin meselesi gibi sorunların hepsi Müslüman Türk milletinin ortak hassasiyetidir. Bu konulara büyük bir ayrışma yoktur. Ancak 7 Ekim’de başlayan bu son katliamlar karşısında alınan tavırlardan görüyoruz ki yoğun propagandalarla böyle bir ayrışma körüklenmeye çalışılmaktadır. Bu meyanda Gazze’deki durum, Türk milletiyle alakalı diğer konularda duyarsız gibi gösterilmeye çalışılan bir avuç İslamcının fantezisiymiş gibi yansıtılıyor.
Diğer bir husus da her şeyi devletten beklemekten kaynaklanan tavır alıştır. İsrail’in zulmüne karşı devlet katında ciddi bir yaptırım yoksa biz ne diye sokaklara çıkıp gösteri yapalım ya da başka bir inisiyatif alalım gibi bir zihniyet de kamuoyunda belirgin hale gelmiştir. Zaman zaman sosyal medyada rastlanan “Türk beklenendir, Türk yolu gözlenendir” gibi Türk milletinin mazlum milletlerin umudu olduğuna dair söylemlerin anlamlı olabilmesi için bu gibi durumlarda Türkiye’nin devleti ve milletiyle topyekûn bir duruş sergilemesi gerekiyor. Ama maalesef ki Latin Amerika’da ya da Avrupa’da yükselen yoğun ve ciddi tepkilerin yanında ülkemizde çok büyük bir umursamazlık durumu kendini her şekilde ele veriyor. Türkiye’deki seküler kesimlerde yaşanan bu duyarsızlık hali konunun Ak Parti karşıtlığı üzerinden temellendirilmesi ile anlaşılabilir bir durum arz ettiği söylenebilir. Meseleyi Araplara ve Müslümanlara özgü bitip tükenmek bilmeyen bir savaş ve terör yumağı olarak gören, bölgeye ABD ve Avrupa’nın gözünden bakarak Ortadoğu bataklığı olarak gören bir yaklaşıma sahip olan bu kesimler nezdinde “ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü” söylemi geçerliliğini korumaktadır. Buna karşılık bunların dışında kalanlar ise “madem ki iktidarda İslamcı bir parti var, gereğini yapsın” gibi sinik bir anlayışa sahiptir. Türkiye’deki iktidarın konumu ve oluşum biçimi de bu konulardaki halk tepkisini bir şekilde kontrol altında tutuyor. Zira dindar ve muhafazakar kesim Erdoğan’ın Filistin politikasını desteklemekte ve onun yapıp ettiklerini samimi bulmaktadırlar. Bu nedenle de sokaklarda geniş gösterilere girişmeyi bir şekilde zait addediyorlar.
Sanat ve spor camiası gibi büyük kitlelere mesaj verebilme kabiliyetine sahip ünlüler topluluğu arasında ise sadece birkaç istisna hariç tam bir görmezden gelme hali söz konusudur. Hayvan hakları ya da lgbt gibi alanlarda ürettikleri sözde duyarlılık ve özgürlük söylemlerini gerçek bir katliamın üzerini kapatmak için kullanmaktan başka hiçbir şey yapmıyor olduklarını görmek gerçekten aydın sınıf adına yine bizi pek şaşırtmıyor. Bu bağlamda az sayıda seçkin sınıf mensubu insanın gösterdikleri çabalar da adeta rüşeym halinde boğulmaya çalışılıyor. Dünyada birçok meşhur sanatçı, film yıldızı, şarkıcı ve sporcu, medyayı, reklamcılık pazarını ve kültür endüstrisinin büyük şirketlerini elinde tutan Siyonist lobilerin baskısına rağmen Filistin’deki katliamla ilgili farkındalığını cesurca yansıtırken ve yaşananları yüksek sesle protesto ederken bizim ülkemizdeki sanat ve gösteri dünyasına mensup olan isimlerden dikkate değer bir ses duyamadık. İşin asıl kötü olan tarafı bu kesimlerin Gazze’de yaşanan olaylara karşı tepki koyacak cesareti göstermek bir yana böyle bir meselelerinin olmadığı da açığa çıktı.
Her gösteri her zaman çözüm sağlamıyor tabii. Ama çok kez sokaklarda istenenler yöneticiler tarafından dikkate alınıyor, bir uzlaşma sağlanıyor. Yeter ki şiddete başvurulmasın ve gösteriler teröre ve iç çatışmalara yol açmasın. (Zira bu tür hareketler ekonomik ve sosyal düzenin yanı sıra Filistin’li kardeşlerimizin haklı mücadelesini de zedeler.)
Selam ve Dua ile…