Köylerimiz Ölü Mezarlıklarımız Canlı
Köylerimiz Ölü Mezarlıklarımız Canlı Toprağını ekmeyip, şehre “talih oyunları” bayi açanları görünce…
Efendi olmayı bırakıp kendine “efendi” seçmeyi özgürlük zannedenlere…
ÜRETİM GÜÇ; ÜRETİM İKTİDARDIR
Torosların doruklarından, Akdeniz’in kumalarına kadar uzanan Adana’yı dolaştığınız zaman sizi köyler ve mezarlar karşılar.
Mezarlar, köy girişinde sizi karşıladığı gibi çıkışta da uğurlar.
Köyler mezarlıklar arasında kurulmuştur.
Canlılık bu mezarlıkların kıyısında, gölgesinde veya arasında oluşmuştur.
Yıllar önce Adana Köyleri’ “canlılığın”, mezarları ise “ölülüğün” merkezleriydi.
Tarımsal politikaların olmayışı, üretim bilincinin gerilemesi gibi nedenlerin üzerine bir de köylerin mahalle olması eklenince köylerimiz ile mezarlıklarımız bir birine karışmıştır.
Köylerimiz ölü mezarlıkların canlı olmaya başlamıştır.
“Yollar bir yurdun can damarlarıdır” demişti Mustafa Kemal Atatürk, ancak bu yollar nereye gidecekti?
Mustafa Kemal’in kastettiği, yabancı bankalardan kredi taksitleri ile alınmış otomobillerin geçtiği ve yine borç ile yapılmış çift yönlü yollar değildir.
Yol, üreten ile Pazar arasında ulaşımı sağlayan yapıdır.
Yol, üretime katkı yaptığı zaman can damarı; tüketime katkı yaptığı zaman da kan kaybıdır.
Köyler tarımsal üretimin merkezleridir.
Tarımsal ürünler bir ülkeyi en az ağır silah sanayi kadar koruma altına alırlar. *ÖLÜSÜYLE BİRLİKTE YAŞAYAN KÖYLER
Bir ara Kozan’a giderken ana yoldan sola saptım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Tek amacım Adana ve köylerini görmekti. Zaten çoğu yerde tabela olmayan, önce asfalt sonra stabilize yollarlı geçmek zorunda kalırsınız. Tabelası olan yerleri not alarak olmayanları da – gördüğüm canlılara- sorarak yoluma devam ettim.
Örendere, Özbaşı, Kabaktepe ve Yanalerik köylerinin içinden geçtim. Yönüm kuzeydoğu…
Feke sınırlarına gelmiştim.
Yolum dar ve stabilize… Duygularım yoğun… Aklım karışık… Mutluluğum büyük ve akaryakıtım azdı… Olsun. Koçyazı, Kayadibi, Ortaköy, Bostandere derken gördüğüm bir köylüye bulunduğum yerin neresi olduğunu sordum:
“Nereden geliyorsunuz?” dedi; cevap veremedim. Ardından
“Nereye gidiyorsunuz?” dedi yine cevap veremedim.
Toros Dağları’nın uçsuz bucaksız eteklerinde kâh ormanlık kâh makilik alanda arabanın sığdığı her yola girmiş insan, nereden gelip nereye gittiğini bilebilir mi?
Elimdeki haritaya göre Mansurlu’ya gitmek istediğimi söyledim.
“Ohoooo!” dedi, “Siz en gelinmeyecek yoldan gelmişsiniz, ama geriye de dönemezsiniz mecbur devam edeceksiniz.”
Mecburen devam ettim. Kale Yüzü, Gafuruşağı… Derelerin üzerindeki eğreti köprülerden, yığınlar haline getirilmiş ağaç kütüklerinden ve daha geçen haftadan kalan sel ve toprak kayması artıklarının arasından parlak, temiz, kasvetli ama olağanüstü güzel bir coğrafyadan geçiyordum.
Köy mezarlıkları ile köyler yan yana hatta iç içe idi.
Burada ölüleri ile birlikte yaşayan köy ve köylüler gördüm. Hatta bazı mezarlıklar köylerden daha kalabalıktı.
EFENDİLİĞİ TERK EDİP EFENDİ EDİNMİŞLER
Rastladığım her yerde köylüler ile sohbet ederek Mansurlu’ya vardım. Ama geri dönecek mazotum kalmamıştı. (Neyse ki Köyün imamı güzel bir çözüm bulmuştu)
Geçtiğimiz bütün o köylerde ev ve ahırların terk edilmiş olduklarını hüzünle gördüm.
Burada geçmişte çok büyük bir canlılığın yorgun izleri çıplak gözle bile görülüyordu. Köyde yaşlılar kalmış, topraklar boş, gençler yok; şehre göçmüşler.
Peki, gençler şehirde ne yapıyor? Haydi, eğitim görüp meslek sahibi olanları anladım. Peki ya diğerleri? Kimi talih oyunları bayi açmış, kimisi de farklı hizmet kollarında çalışıyor.
Efendiliği bırakmış kendilerine birer efendi edinmişler.
Köylüyü toprağından koparmak ekonomik ve kültürel bir cinayettir.
Bu cinayet maalesef işlenmektedir.
Bu terk edilmişliğin sadece Kozan Mansurlu arasında olan köylerde olduğunu düşünmeyin, Yüreğir, Ceyhan ovaları terk edilmiş köyler mezarlığıdır.
Daha şurada kuş uçuşu 5 – 10 Km’lik alanlarda yıkım ve terk edilmişliği çıplak gözlerle görmeniz mümkündür.
Topraklarımız boş, köylülerimiz şehirde iş ararken nohut ithal etmemizi benin anlayacak bir aklım yok. Bu akıldan yoksunum.
Türkiye bırakın toprak altı maden zenginliğini (Krom, Bor, Demir, Bakır gibi) sadece Tohum merkezi olarak zirai faaliyetlerini yürütse daha dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olur.
Bu yazıya, Cumhuriyet Anlayışı’nın Köye ve Köylüye bakış açısını anlatmak için başlamıştım.
Yüreğim dolu, bu noktaya kadar geldim.
Lütfen bu yazıyı, Adana’yı çok iyi gözlemleyen ve her karışını adımlayan bir kardeşiniz veya bir büyüğünüzün dertleşmesi olarak kabul edin. *ÜRETMEDEN TÜKETMEK UTANÇ VERİCİDİR
Daha 10 – 15 yıl önce köyleri gezerken, köylüler geçen bir araca merakla bakar ve gelenin kim olduğunu anlamaya çalışırdı. Aracı yanaştırır sorardım;
“Bu köyün adı ne bu yol b-nereye gider?”
Köylüler usulünce cevap verir hatta bu soruyla birlikte iner çay içerdik. Şimdi köy kahvesi önünde, şalvarı çıkarmış pantolon giymiş olanlara soruyorum:
“Bu köyün adı ne?”Sözleşmişler gibi:
“Ne köyü beyefendi… Burası Mahalle!”
Utanılacak bir durumdan gururla söz eder hale getirilmeleri… Buna da aklım ermiyor.
Mahalleli olmanın utanılacak bir durum olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak üreten bir toplum olmaktan tüketen bir toplum olmaya geçişin utancından söz etmekteyim.
CUMHURİYET ÜRETİM GÜCÜNÜ SEFERBER ETMİŞTİR
Cumhuriyet ilk yıllarda kalkınmanın köylerden başlayacağını görmüştü. Toplumumuzda “Köylü milletin efendisidir” diye algılanan cümlenin esası, “Üreten Köylü Milletin Efendisidir.”
Üretmeyen hiç kimse veya ülke “efendi” olamaz.
Üretme verme gücüdür; üretme iktidardır.
Politika, ancak ve ancak üretme gücünün değerlendirilmesi üzerine kurulmuş olmalıdır.
Bir anlamda üretme gücü politikayı da belirler.
Ürettiğiniz hiçbir şey yoksa politikanızda söz kalabalığından öteye gidemez.
Köyü ölü olan bütün ekonomiler çökmeye mahkûmdur.
Bu nedenle Cumhuriyet “Köyleri Kalkındırmanın” yaşamsal değerde olduğunu fark etmiş ve gücünü bu amaçla seferber etmiştir.
CANLANDIRILACAK KÖYLER VE İ. HAKKI TONGUÇ
Gençliğimde İsmail Hakkı Tonguç’un “Canlandırılacak Köy” adlı bir kitabını okumuştum. Yıllar sonra o kitabın giriş yazısını Görüşler Dergisi’nin 1940 yılı sayılarından birinde gördüm. Onu başka zaman detayı ile sizinle paylaşacağım.
Bakın o eserde bir toplumun çürüme şartlarını yıllar öncesinden nasıl saptamış:
“Tabiatta üretmenin birinci şartı, yeni ve kadir insan tiplerini yaratmaktır. Klasik, aldatıcı yoldan giderek, köhne bir medeniyetin hayat telakkilerini aşılayan formasyon müesseselerine güvenerek yeni insan tipleri yaratılamaz. Yaratılsa bile yetişmiş ve muhtelif itimatlara sahip olmuş, bu yüzden durgunlaşmış nesiller, bin bir itina ile yetiştirilmeğe uğraşılan bu yeni ve dinamik nesilleri de kendilerine benzeterek yutarlar.
Onları da hata imkanlar yaratmayan, mukadderatını maaşa bağlamak isteyen insanlar haline gelirler. Bu hale gelen insanlar, saadeti üzerinde yaşanılan topraklarda ve içinde bulunulan tabiatta yani realitede değil, devlet kadrosuna girmekte veya kendilerinden zayıfinsanları istismar etmekte, her neye mal olursa olsun borçlanarak yaşayabilmekte ararlar…”
Cumhuriyetin yetiştirdiği eğitimci İsmail Hakkı Tonguç 80 yıl önce Halkımızın sosyolojisi için bu tespiti yapmıştır.
Gerçekten de kendi toprağını terk ederek, maaşa talim etme veya kendine bir efendi arama isteğini kutsayanların olduğunu gördükçe yine aklım almıyor.
İsmail Hakkı Tonguç’u yetiştiren Cumhuriyete çok şey borçluyuz.