Mustafa Ökkeş EVREN / Adana'nın Kültür ve Edebiyat Mekânı: Ulu Cami Şadırvanı

Misafir Kalem

Adana’nın Kültür ve Edebiyat Mekânı: Ulu Cami Şadırvanı 
Mustafa Ökkeş EVREN “Şerefü`l-Mekân Bi`l-Mekîn” (Mekânın ve makamın şerefi orada yaşayanlarla kaimdir.) Çocukluğum ve gençliğim İskenderun’da geçti. Seksen öncesini ve  sonrasını bu şehirde yaşadım. İskenderun ki, inanç, mezhep ve düşünce anlamında, Müslüman, Alevi, Sünni, Nusayri… Etnik köken  olarak Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum her renkten insanın yaşadığı  bir şehirdi. Bu çok çeşitlilik toplumda herhangi bir çatışmaya yol açmazken  o dönem, ülkenin genel panoramasına uygun sadece sağ-sol ayrımı ve çatışması vardı.  Bu ideolojik ayrılık ister istemez mekânların da ayrılmasına neden  olmuştu. Ne yazık ki çocukluk ve gençlik dönemimin geçtiği bu şehirde  ruhumu besleyen mekânlardan ve mekânları besleyen adamlardan yoksundum. Bu yoksunluk beni, aidiyetin insana sağladığı geniş güvenlik sınırından mahrum bırakmıştı. Ait olma duygumu tatmin edememiştim henüz. Bu  aidiyet duygusu sadece bir kişiye, bir topluluğa üye olma duygusu değildi  elbette. Herhangi bir şeyi anlama-anlamlandırma, tanımlama ve buna göre  kendimi konumlandırma duygusunun verdiği rahatlamaydı tam olarak.  Evimi anlamlandırabildiğim ölçüde kendimi evde huzurlu hissediyordum.  Buna mukabil dışarısı evin içi kadar anlam bakımından güvenli olmadığı  için huzur da vermiyordu. Kaygı ve endişe taşıyordum, çünkü dışarıda neler  olup bittiğinin farkındaydım. Ev benim için sınırsız düş kurduğum yer, ruhumun beslendiği mekândı.

Ruhu besleyen mekân… Mekânı besleyen insan… Ne kadar iç içe  bir durum, ne kadar birbirini emzirerek hayatı anlamlandıran bir vakıa!  Kim inkâr edebilir üzerinde/içinde yaşadığımız mekânların hayatımızda  çok önemli bir rol oynadığını? Peki, kalıcı olan hangisi? Mekân mı, insan  mı? İkisi de fâni. Kalıcı olan, eseri ve insanı anlamlı kılan ruh diyordum.  Ruhsuz olmak neye tekabül eder bilmiyordum. Ezelî ve ebedî olan büyük  Yaratıcı’nın üflediği ruhumla, (ik)izimi bulmak için bakınıp durdum etrafıma.Abdulaziz Tantik'in Yazısı; Şadırvan: Biz Orada Düşünmeyi Öğrendik!Çocukluğumdan beri başka bir gözle bakındım çevremdekilere. Dikkatli… Derinlemesine… Bir şey ararcasına… Şaşkın bir bakışla baktım dağlara, taşlara, kuşlara, evlere, yollara, insanlara… Tarihî yapılara, çeşmelere,  köprülere, kiliselere, camilere, hatta mezarlıklara, mezar taşlarına bile…  Hangisinin ruhu var, hangisi ruhuma aşina diye. Bir de Nazım’ın “Davet”  şiirini okurken, “Bu memleket bizim”, “Bu davet bizim”, “Bu hasret bizim”,  “Bu cennet bizim” deyişine, ‘bizim’ olana öylesine özlem duydum ki… 

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli ayaklar çıplak Ve ipek bir halıya benzeyen toprak Bu cehennem, bu cennet bizim!

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın Yok edin insanın insana kulluğunu Bu davet bizim!
Yaşamak; bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine Bu hasret bizim!
1980 öncesi İskenderun merkezindeki kilise sayısı, cami sayısından;  gayrimüslim mezarlığı, Müslüman mezarlığından fazlaydı. Seksenlerin sonunda İskenderun’da tarihî ancak harabe bir Ermeni kilisesi Diyanet tarafından satın alınıp camiye dönüştürüldüğünde ve ismine de Fatih Camisi  denildiğinde, “Bizim de tarihî bir camimiz oldu” diyerek çocukça bir heyecan kaplamıştı içimi. Bu çocukça heyecanım bir süre sonra bambaşka  bir mutluluğa dönüşmüştü. Çünkü Fatih Camisine atanan İmam Mehmet  Akıncı tanıdığım, okuyan, yazan biriydi.

Öykü yazıyordu. Bir gün bana dergi çıkartmayı düşündüğünü, benim  de dergide yazmamı istediğini söyleyince, kiliseyken yüzüne el gibi baktığım devşirme cami birden ‘nur-un ala nur’ olmuştu. Çünkü Dr. Mehmet  Sılay’ın da maddi, manevi destek verdiği Bizim Beldenin yazıhanesi oluvermişti Fatih Camisinin o küçücük imam odası.

Dergi isminin Bizim Belde olması ayrıca heyecanlandırmıştı beni. Çünkü o güne kadar İskenderun’da ‘bizim’ diyebileceğim şey yalnızca Kaptan  Paşa Camisinin minaresiydi.
Her ne kadar Antakya ve çevresi, 1516’da Yavuz Sultan Selim’in  Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girmiş olsa da bu hâkimiyet  İskenderun’un çehresini değiştirmeye yetmemişti. Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatname adlı eserinde İskenderun’u anlattığı bölümü ilk okuduğumda ne kadar tarihsiz ve talihsiz bir şehirde yaşadığımı anlamıştım.
“Bu İskenderun’da Frenk ve Rumlar oturduğundan cami, han, hamam,  çarşı, pazar gibi şeyler yoktur. Amma meyhaneleri çoktur. Bazı gelip gidenler kış mevsiminde meyhanelerde kaldıklarından, sanki meyhaneleri  birer handır. Suyu uzaktan eşeklerle Kervan Pınarı’ndan getirilir. İskenderun çukur bir yer olduğundan, gelip gidenler bu Kervan Pınarı’na konarlar. İskenderun’da Yedi Kral’ın balyoz vekilleri, yani konsolosları vardır. Asıl balyozları Haleb’de Balyoz Hanı’nda oturur. İskenderun, Haleb ve  civarının iskelesi olduğundan, gümrüğü yanında büyük mahzenleri vardır.  Frenkler gece gündüz orada alışveriş ederler. Hatta Murtaza Paşa efendimiz, büyük alayla buradan geçerken, yatan yirmi parça kalyon ‘safa geldin’  manasına o kadar top atışı yaptılar ki, sanki her gemi ateş ve duman içinde  kalmıştı. İskenderun’un dört tarafı sazlık ve bataklıktır.” Evliya Çelebi İskenderun’u böyle anlatırken, tarihî kayıtlarda Kanuni  Sultan Süleyman’ın Tebriz seferi dönüşü 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçtiğini; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği  Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğradığını ve Belen mevkiine cami, han, hamam ve imaret yapılmasını emrettiğini yazıyordu. Belen’e inşa edilen bu yapılar İskenderun’a yapılmış olsaydı belki de  ruhum ve bedenim tarihî bir mekânın ruhuyla buluşma imkânına kavuşacaktı. Ne diyelim nasip… İskenderun’da, arkadaşlarla buluştuğumuz, oturup muhabbet ettiğimiz  yer ise, Kaptan Paşa Camisi’nin hemen karşısında bulunan Gençlik Kitabeviydi. Seksen öncesi ve sonrası doksanlara kadar, okuyan, yazan, düşünen,  savunan, konuşan, tartışan herkesin buluştuğu ortak mekân kitapçılardı.

Adana’ya Hicret ve Ruhumu Doyuran Mekân: Şadırvan 1995 yılında bir iş vesilesiyle İskenderun’dan Adana’ya taşındım. Taşınmamın ikinci haftasında güzel bir insan ve güzel bir mekânla tanışmıştım. İkisinin de ruhu, ruhuma yakındı. Tanıştığım insan Abdülaziz Tantik,  mekânsa Ulu Caminin medresesi nam-ı diğer Şadırvan’dı. Abdülaziz Tantik, sonraları İstanbul’u mesken tuttu. Kendisiyle ancak Adana’ya geldiğinde görüşebilirken Şadırvan’la o günden beri buluşur oldum. Bilenler bilir,  Adana’da bilinen üç şadırvan vardır: Birincisi midelerin doyurulduğu ‘Şadırvan’ ikincisi kafaların doyurulduğu ‘Şadırvan Kitabevi’. Üçüncüsü ise,  şehrin hengâmesinde yorulan ruhların dinlendiği; muhabbetle, sohbetle,  hikmetle doyurulduğu Ulu Cami medresesinin avlusunda bulunan bizim  ‘Şadırvan’.

Ramazanoğlu beylerinden Ramazanoğlu Halil Bey ve oğlu Piri Paşa  tarafından 1540 tarihinde cami, türbe, medrese, mescit, konak, han ve hamam olarak yaptırılan koca bir külliye, seksenli yıllarda ‘Şadırvan’ olarak  nam salmış. Medresenin iç avlusundaki şadırvan, medreseden çok sonra  1824-1825 yıllarında, İsmail oğlu Mehmet ruhuna atfen yapılmış olmasına  rağmen bu mekânın külliye veya medrese olarak değil de ‘Şadırvan’ olarak anılmasına hep hayret etmişimdir. Ulu Camii ve medresesinin etrafında çok kıymetli tarihi eserler vardır. Bunlardan ‘Taşköprü’ ve ‘Büyük Saat’  Adana’nın önemli iki simgesidir.
Ne zaman medresenin kapısından içeriye adımımı atsam, sekiz sütun  üzerine piramidal örtülü şadırvan, konuksever ve vakur ev sahibi edasıyla  hemen girişte karşılar beni. Dışarıda iki sessiz insanın makamı şahitlik eder  bu karşılamaya. Biri Ramazanoğlu Halil Bey’in türbesi diğeri ise, bir zamanlar Adana Valisi olan şair Ziya Paşa’nın kabridir. Şadırvan’ın baş üstü  fıskiyesinden saçılan billur sular gönlümü ferahlatır. Hemen sağ yanında  ve arkasında birbirinden güzel çiçekler, gül ağaçları, gövdesi irileşmiş dut ağaçları, yenidünyalar ve kuşlar bu karşılama törenine eşlik eder. Kendi dilleriyle “hoş geldin” derler.

Ardından Çaycı Ramazan’ın sesi duyulur: “Hoş gelmişsen Hocam!” Gözüm, medresenin duvarlarına sırtını vermiş insanların yüzlerinde  dolaşır hızlıca. Ya beni bekleyen dostu bulur otururum yanına yahut bulsun  diye bir köşede oturur beklerim gelecek olan dostu. Gözüm kapıdadır. Dilimde Necip Fazıl’ın “Geçilmez” isimli şiiri… 
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez; Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.

İçeride bir has oda, yeri samur döşeli; Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada, Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Yıllar önce Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası kitabının ‘İçerisi  İle Dışarısının Diyalektiği’ bölümünü okurken şu satırların altını çizmiştim. “Şu basit ‘Kapı’ adlandırması altında çözümlememiz gereken ne çok  düşleme var! Kapı, bütün bir “Aralık kalma” kozmozudur. En azından bu  kozmozun birincil hayallerinden biridir, arzuların ve yasak olana duyulan  eğilimlerin, varlığı en gizli yerine varıncaya kadar açma eğiliminin, sesi çıkmayan tüm varlıkları fethetme arzusunun biriktiği bir düşlemenin kökenidir.  Kapı iki güçlü imkânı şemalaştırır ve bu iki imkân, iki ayrı düşleme türünü  kesin çizgilerle sınıflara ayırır. Kapı bazen, sıkı sıkıya kapalıdır, kilitlenmiş,  asma kilit vurulmuştur. Bazen de açıktır, yani ardına kadar açık.” Özellikle  son cümledeki ‘ardına kadar açık’ olma hâli Şadırvan’ın kapısına uygun  düşer. Ancak Şadırvan’ın kapısı diğer kapılara benzemez. Hele küçük odalara girilirken başlar öne eğilir, beller bükülür, ayaklar hafifçe kaldırılarak  içeriye girilir. Şadırvan’da oturmak edep dâhilindedir. Orada bacak bacak  üstüne atılarak oturulmaz.

Çünkü oturulan şey ne bir koltuk ne bir sandalyedir, tahta bir taburedir.  Ahşap sehpa üstüne yalnızca çay, kitap ve dergi konulur. Sehpaların arasında epey mesafe vardır. Hiç kimse konuşmasıyla başkalarını rahatsız etmez. 

Çay ve simit muhabbete eşlik eder, ancak öyle kafelerdeki gibi söz ayağa,  yiyecekler ve içecekler de mideye düşmez.

İlk tanıştığım günden itibaren Şadırvan benim için, gürültüye karşı  sükûnetin, karmaşaya karşı huzurun, gösterişe karşı yalınlığın, kibirli binalara karşı mütevazılığın, köksüzlüğe karşı derinliğin, yapaylığa karşı vakarın, yamukluğa karşı dik duruşun galebe çaldığı bir mekân oldu.

Şadırvan’ı, şiirin, sözün, düşüncenin, inancın, imanın, okumanın, yazmanın, dinlemenin, muhabbetin, dostluğun, çay ve simidin yürürlükte olduğu bir mekân olarak gördüm hep.
Şair Şahin Taş ile aynı tarihlerde Adana’ya geldiğimizi ve aynı zaman  diliminde Şadırvan’la tanıştığımızı hatırlıyorum. Başka bir dost, şair Hayrettin Durmuş’la beraber mekân eyledik orayı. Edebiyat Yaprağı dergisinin tohumu burada atıldı. Ali Haydar Tuğ, Ahmet Sait Akçay vardı dergiyi  omuzlayan Şadırvan müdavimleri arasında.
Ali Haydar Tuğ’un ve Hayati Koca’nın yazdığı şiirler kayıt olarak  düşüldü dergi sayfalarına. Ay Vakti şairlerinden Hasan Tiyek’in, Abulaziz Tantik’in, Çağatay Hakan Gürkan’ın Şadırvan’ı anlatan yazıları var.  Şair Hüseyin Sönmezler, Tayyip Atmaca, Süleyman Bozdoğan’la beraber  Mustafa Emre’nin henüz yazılmayan hatıraları var. Ressam ve Şair Yusuf  Erkişi’nin yağlı boya şadırvan resimleri var. Bahaeddin Karakoç Adana’da,  kızının yanında kaldığı zamanlarda Şadırvan onunla şenlenir, o konuşurken  Şadırvan’ın suyu da şiir şiir akardı.

Şair Ömer Aksay’da sık sık Adana’ya geldiğinde, burada şiir ve edebiyat konuşurdu.
Rahmetli Hasan Ali Kasır ağabeyle az oturmadık, az çay yudumlamadık sırtımızı medresenin taş duvarlarına yaslayıp.

Adana’ya davet edilen şair ve yazarlar da Şadırvan’da soluklanıp, çay  yudumlamışlardır. M. Akif İnan, Mustafa Yazgan, İsmet Özel, Mustafa  Müftüoğlu, Rasim Özdenören, Ali Bulaç, Yaşar Kaplan, Mehmet Metiner,  Murat Kapkıner, Abdurrahman Dilipak, Arif Ay, Ercüment Özkan, Mustafa  Miyasoğlu, Şükrü Karatepe… İsmet Özel’in bütün şiirlerini ezbere bilen, düşüncelerini savunan  Talip Temim İstiklal Marşı Derneği Adana şubesinin kuruluş temellerini  Şadırvan’da attı. Ney sesiyle kulaklarımızın ve gönüllerimizin pasını silen  Ahter Usta, nice öğrenciye ders vermiştir medresenin hücre odasında. Hattat 
Mehmet Çevik sabır gerektiren hünerini küçük odaların birinde sergilemiştir bir derviş edasıyla.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk hem ilahiyattaki öğrencileriyle hem de Şadırvan müdavimleriyle tefsir dersleri yapmıştı bir dönem. Rahmet-i Rahman’a  kavuşan ‘Yeniden Milli Mücadele Birliği’nin kurucusu Necmettin Erişen de son yıllarını çoğunlukla gençlerle iman ve eylem merkezli konuşmalar  yaparak geçirdi. Öğretmen Mustafa Cevher, altı yıl boyunca her cumartesi,  sabah namazından sonra yirmi kişilik bir okur grubuyla, sıcak çorba sonrası,  ‘Ali Ulvi Kurucu’nun ve ‘Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın hatıratlarını ‘Şadırvan okumaları’ adıyla burada hatmettiler.

Arkadaşlarla beraber çıkardığımız Edebi Müdahale dergisinin ismi  ve içeriği bu mekânda netleşti. Şair Salim Nacar ve Çizer Çağatay Hakan Gürkan’la dostluğumuzun pekişmesinde bu mekânın etkisinin büyük  olduğunu kimse inkâr edemez. Birçok genç öğrenciyle bu mekânda tanıştım, birçok isim hafızama kazındı. Üç isim var ki bunlardan bahsetmezsem,  Şadırvan’la ilgili bu yazı eksik kalır.
Şadırvanın Demirbaşı: Çaycı Ramazan Şadırvan’ın değişmeyen, değişmesi de mümkün görünmeyen demirbaşı, otuz yedi yıllık çaycısı, Çaycı Ramazandır. Çaycı Ramazan, Bingöllü ve  Zaza’dır. Buraya ilk geldiğinde Türkçeyi çat pat konuştuğunu söyleyen Ramazan, ağzını (şive) ve hitap şeklini hiç değiştirmemiştir. Sabah namazıyla  beraber açar çay ocağını. Başında yazlık ve kışlık olarak değişen başlığıyla,  omzunda peşkiri, elinde çay tepsisiyle ilk onu görürsünüz Şadırvan’a geldiğinizde. Çayı kaçak ve demlidir. Şadırvan ondan sorulur. Ramazan herkesi  tanır ve bilir. Çay dağıtımını kendisi yaptığı için aynı zamanda iyi bir kulak  misafiridir. Kimin ne konuştuğunu duyar, konu olarak anlamadığı veya kendince şüpheli bulduğu konulara daha iyi vakıf olmak için çayları ağır ağır  verir veya boşları toplarken oldukça yavaş davranır. Ramazan Şadırvanın  kara kutusudur. Ketumdur. Kimler geldi kimler geçti diye sorduğumda en  çok “böyük” adamlardan bahseder. Oraya gelip kendisiyle konuşan, Bakan,  Başbakan, Cumhurbaşkanı, milletvekilleri, valiler, belediye başkanlarını  anlatır kırık Türkçesiyle.
Şadırvanın Konuşan Kütüphanesi: Balcı Sami Şadırvan’ın ikinci demirbaşı diyebileceğimiz bir başka isim ise Sami  Gül’dür. Namı diğer, “Balcı Sami”. Onun herhangi bir yangında ilk kurtarılacaklar arasında olduğunu savunanlardanım! Balcı Sami, Adana’nın yürüyen ve konuşan kütüphanesidir ancak bu ne bir okul kütüphanesi ne de  halk kütüphanesidir. İçinde sahaf raflarında bulabileceğimiz kitapları da  barındıran ‘millî kütüphane’ desem abartmış olmam. Bu kütüphanede ıvır  zıvır kitaplarla, popüler ve piyasa kitaplarına yer yoktur. Ben ona ‘ayaklı  kütüphane’ değil ‘sesli kütüphane’ diyorum. Çünkü ‘bilgiyi’ kendisine yük  edinenlerden değildir.

Saçıp savuranlardan, israf edenlerden de değildir. O bilgi ve hikmeti  önce talip olanla sonra kıymet bilenlerle paylaşır. Boş ve gereksiz konuştuğuna kimse şahit olmamıştır. Şadırvanla kırk yıllık dostlukları vardır. Şadırvanın yakın tarihini yazacak kadar bilgisi ve hatırası vardır. Medresenin taş  duvarlarında onun sırtının ve omuzlarının izleri vardır.
Eski Kültür Bakanı Ömer Çelik’in bir Şadırvan ehli olduğunu ilk ondan  öğrendim. Yetmişli yıllardan bu yana burada edebiyat, sanat, siyaset, felsefe ve din üzerine konuşmaların ve tartışmaların yapıldığını, yeni fikir ve  düşüncelerin ortaya çıktığını söylediğinde Şadırvan’ın ne kadar önemli bir  mektep olduğunu anladım. Şadırvan bir mektepse onun hocalarından biri  de Balcı Sami’dir. Buluşmalar hariç ne zaman Şadırvan’a gitsem mutlaka  etrafında kümelenmiş birkaç insanla konuşuyor olarak bulurum onu. Şadırvan müdavimi yüzlerce bilgi talibi: Fuat Sezgin’i, Tahsin Görgün’ü, Abdullah Dıraz’ı, Turgut Cansever’i, Teoman Duralı’yı, Tayyip Okiç’i, Rene  Guenon’nu, Malik Bin Şahbaz’ı, İhsan Fazlıoğlu’nu, S. Hüseyin Nasr’ı,  Malik Babikir Bedri’yi, Cahit Koytak’ı, Ramazan Dikmen’i, Jack Goody’i,  Daryush Shayegan’ı, Seyid Ali Eşref’i, İsmet Özel’in anlaşılamayan fikirlerini ve daha onlarca kitap ve yazarı ondan öğrenmiştir. Bizim için en ilginci ise, Ömer Madra-Fuat Şahinler ikilisinin Aralık 1989’da Arredamento  Dekorasyon dergisinde Turgut Cansever’le yaptıkları söyleşiden haberdar  olmamızdı.

Şadırvan’da Bir Issız Adam: Cengiz Coşkun Şadırvan’ın renkli simalarından biri de kıvrımlı uzun saçlarıyla ve zaman zaman burulmuş ince bıyığı ile bakışları üzerine çeken şair Cengiz  Coşkun’dur. Kendisi şair olduğunu reddederek “Allah şairleri affetsin!” diye  dua eder. Adana’ya benden sonra geldiği için iyi bilirim Şadırvan’la olan  muhabbetini. Hemen her gün gelir Şadırvan’a. Yaptığı iş her gün gelmesine  engel değildir. Genellikle medresenin doğu cephesinde oturmayı tercih eder.  Arkasından Çaycı Ramazan gelir bir elinde kalın bir kitap, diğer elinde çay. 

Önce kitabı, sonra çayı alır Ramazan’ın elinden. Cengiz Coşkun için Şadırvan, kitap okuma mekânıdır. Okuma bittikten sonra kitabı tekrar Ramazan’a  verir, Ramazan emanet olarak aldığı kitaplara gözü gibi bakar, onları çay  ocağındaki kapaklı dolabında muhafaza eder. Cengiz Coşkun okuma eylemine başladığında, hiç kimse yanına yaklaşmaz, selam verenlerin selamını  almaz; çünkü o an, hiç kimseyi ne görür ne de duyar. Şadırvan’da okuyup  bitirdiği kitapları merak edenler için söyleyeyim: Mevlana’nın altı ciltlik Mesnevi Şerhi, İbni Arabî’nin Fususul Hikem Şerhi, Fütuhatı-ı Mekkiye Şerhi, üç ciltlik Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetnamesi, Kuşeyri Risalesi, Milel ve Nihal, Kızılderili Mitolojileri, Türklerin ve Moğolların  Eski Dini ve Muhammed Abid El Cabiri’nin dört kitabı ve diğerleri.

Kimler Geldi Kimler Geçti… Şadırvan, darbe ve deprem zamanları hariç; okuyan, yazan, düşünen,  konuşan, derdi ve kaygısı olanların, tarikat ve tasavvufçuların, mealcilerin,  edebiyatçıların, bazı yerel cemaatlerin, çalışma, buluşma ve muhabbet alanı  olmuştur. 1974-1981 arasında medresenin küçük odalarında üniversite öğrencileri barınmış, sekiz yıl öğrenci yurdu olarak kullanılan medrese aynı  zamanda millî, yerli ve İslami düşüncenin gündemleştirilip eyleme dönüştürüldüğü yıllar olarak zihin kayıtlarımıza geçmiştir. Şadırvan yurdun çeşitli  yerlerinden Çukurova Üniversitesine okumaya gelen, okuyup mezun olan  yüzlerce insanı bir anne şefkatiyle bağrına basmış, beş yüz yıllık tarihî tecrübesiyle onlara ruh vermiştir.
Bu arada, o öğrencilere kol kanat geren Bekir Küçükoğlu’nu rahmetle  anmam gerekiyor. Bekir Küçükoğlu gölgesi olan adamlardandı. Tıpkı Abdi  Sertkaya, Ramazan Değer gibi. Onlar ‘gül yetiştiren adamlar’ gibi kendilerini insan yetiştirmeye adayan Adana’nın merhametli entelektülerindendi. Tabiî  ki rahmetle anmam gereken birçok güzel insan var Şadırvan müdavimlerinden. İlkin, en başta Ramazanoğlu Halil Bey’in oğlu Piri Paşa’yı anmalıyım.  Allah ondan razı olsun. Ne mübarek bir insanmış ki yaptırdığı medrese bulanık çağda bile netliğini ve saflığını muhafaza ederek bu günlere gelebilmiş.  Ramazanoğlu ailesinden gelen Doç. Dr. Gözde Ramazanoğlu’nun yaptıklarını da unutmamak gerekiyor. İnşallah Şadırvan daha nice bin yıllar varlığını,  varlık sebebini anlayan insanlarla beraber ruhunu diri tutmaya devam eder.

Seksen darbesinden sonra Birlik Vakfının ilim, kültür ve düşünce merkezli çalışmalarına ev sahipliği yapan Şadırvan’ın Cumhuriyet Dönemi  mercek altına alınmalı, kültürel tarihi yazılmalıdır. Ben yirmi yıllık tarihine tanıklık ettim. Yetmişli ve seksenli yıllarda Şadırvan’ı mekân eyleyen insanları tanıdım, onlardan bilgiler aldım. Şadırvan’ın gölgesinde insan yetiştirme sanatına öncülük etmiş, emek vermiş, ter akıtmış güzel adamların yapıp  ettiklerinin hatırlanması, hatıralarının kayıt altına alınması bir vefa borcudur. Bu mekânda soluklanan, soluklanmanın ötesinde nefes tüketen insanları en azından isim olarak da anmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Şadırvan’da İz Bırakanlar: Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Sultan IV. Murat, Hacı Hasan Efendi, Emetullah Hocahanım ve Ziya Paşa, medresede izi kalan en  önemli isimlerdir. Cumhuriyet tarihinde Şadırvanın en verimli döneminin  1974-1981 arası olduğu konusunda şadırvan müdavimleri hem fikir. Bu dönemde orada öğrenci olarak kalan Sıtkı Cengil, Mustafa Özbayrak, Suat  Önal, Dursun Ali Düzenli gibi isimler aktif siyasetin içinde yer almış bir  kısmı milletvekilliği yapmışlardır. Rafet Aydın, Mahmut Korkmaz, Yaşar  Soyalan, Hüseyin Dağ gibi isimler ise İslam ve Kur’an merkezli düşüncenin  entelektüel düzeyde yer almasının önünü açmışlardır. Servet Önal, İsmet  Tolu, Halilurrahman Acar gibi isimler de Prof. unvanıyla akademik camiada  hizmet etmeye devam etmektedirler. Mustafa Zeyrek, Yaşar Şehsuvaroğlu,  İsmail Tuncer, Ahmet Yıldırım, Haşim Kanık, Bekir Turunç, Osman Palamut, Serdar Özdemir, Dr. Fikret Gökpınar, Mehmet Yağcı, Cemil Öksüz,  Mehmet Ertem, Abdulvahap Kabakaş gibi daha birçok isim Şadırvan’ın ulu  gölgeliğinde yetişerek ülkeye hizmet etmektedirler. Darbe sonrası seksenli  yıllarda Şadırvan’da izi kalmış adamlardan ikisi Hüseyin Coşkun ve Ziyaeddin Yağcı’dır. Doksanlı yılların başında Şadırvan’da entelektüel fikir ve  düşünce açılımı yapan, ufuk açan önemli isimler arasında Eski Kültür Bakanı Ömer Çelik’in olduğunu o dönemin isimleri teyit ederler. Hüseyin Dağ,  Ali Yıldız, Mustafa Attaroğlu hafızalarda kalan diğer isimlerdir.

Bir de Şadırvan’ı mekân eyleyenler arasında öyle isimler vardır ki  Şadırvan bu isimlerle anlam kazanmıştır. En çok bu isimler yakışmıştır  Şadırvan’a. Bunlar, şair, öykücü, yazar, çizer, kısacası edebiyatçılar ve sanatçılardır. Bu isimleri tek tek yazmaktan büyük keyif alırım. Recep Garip,  Tayyip Atmaca, Ömer Aksay, Bahaettin Karakoç, Şahin Taş, Mustafa Ökkeş  Evren, Hayrettin Durmuş, Hasan Ali Kasır, Ali Haydar Tuğ, Hüseyin Sönmezler, Talip Işık… Şairliğini reddeden şair Cengiz Coşkun, Hasan Tiyek.  Bir yıl içinde dört ayrı edebiyat dergisi çıkarma maharetini gösteren Salim  Nacar, Süleyman Bozdoğan, Mustafa Emre, Roman ve öykücü Ekmel Ali Okur, öykücü Yunus Develi, öykücü Ahmet Sait Akçay. Regaib Albayrak,  Veysel Altuntaş, Ayhan Sağmak, Hayati Koca, Sümeyra Solmaz Turanalp,  Ressam Yusuf Erkişi, Çağatay Hakan Gürkan, Abdulaziz Tantik, Mahmut  Korkmaz, Yaşar Soyalan, İrfan Can, Fatih Bayhan, Vedat Kâhyalar, Hüseyin  Acarlar, Bekir Fevzi Yıldırım, Gazeteci Osman Palamut, Neyzen Ahter Usta,  Hat Sanatçısı Mehmet Çevik… Yeri gelmişken okuyan, düşünen, konuşan, tartışan müdavimleri arasında hatırımda kalan diğer isimleri de zikredeyim ki Şadırvan’ın (medresenin)  gerçekten bir mektep, bir dergâh, bir dulda, bir okumahane, bir çayhane, bir  muhabbethane olduğunu delillendirebileyim: Ahmet Rabbani, Murat Çelik, Orhan Kemal Kocabaş, Şeref Ünlü, Ahmet Coşkun Çağlayan, Dr. Yılmaz Evat, Arş. Gör. Aslı Kahraman Çınar,  Selçuk Çınar, Yılmaz Durak, Molla Naci, Ömer Yavuz, Ayhan Taş, Recep  Akcan, Hikmet Akpur, Murat Karatay, Sena Dönder, Fatih Çalışkan ve ismini hatırlayamadığım daha bir çok isim… Nice öğrenci, öğretmen, şair, öykücü, ressam, çizer, fotoğrafçı, hat ve  ebru sanatçısı, neyzen, akademisyen, siyasetçi, yönetici, idareci bir yığın insanın ruhu, Şadırvan’ın ruhuyla hemhâl olmuştur. Ne var ki en çok sanatçılar, şairler ve edebiyatçılar sahiplenmişlerdir onu. Bu duruma sevinmeli mi,  üzülmeli miyim bilmiyorum. Yıllarca Şadırvan’ın havasını soluyan, suyunu,  çayını içenlerin artık oraya gitmediğini; dışarıda olanlarınsa Adana’ya geldiklerinde Şadırvan’a uğramadıklarını biliyorum. Modern hayat, onun ürettiği teknoloji ve vahşi kapitalizm topyekûn, insanların ve şehirlerin ruhunu  yok etmek için gece gündüz çalışıyor. Şehirler gökdelemeyenlerle doldu.  Her yanımız AVM. Araçlar, binalar ve mağazalar insanları yutuyor. Görüyor  ve biliyorum ki bir zamanlar, Şadırvan’ın gölgesinde var olanlar, şimdilerde  yeni buluşma mekânları icat ederek kendilerini yok ediyorlar. Otel lobileri, kafeler, marka olmuş pastaneler ve lüks kebapçı dükkânlarının ruhsuz  mekânları onların yeni tercihleri. Şadırvan’ın ruhu kendisine ihanet edenleri  affeder mi bilmem ama Şadırvan ruhsuzluğa, köksüzlüğe, tarihsizliğe, kimliksizliğe, kişiliksizliğe karşı son sığınak, son barınak, son tutamak olarak  direnişini sürdürüyor. Şadırvan, değişmeyen adresiyle; aşina yüzlerin yanı  sıra, yeni dost yüzleri görmek, yeni seslere kulak vermek için sabırla bekliyor. Allah ömrünü uzun etsin ey güzel mekân! Çocuklarımızın ve torunlarımızın sana ihtiyacı var!