Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın Serencamı…
SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN SERENCAMI…
Politik konulara neredeyse çok az değindiğimi takipçilerim bilir. Özellikle genç kuşaklar için kısa bir nostalji bağlamında kaleme aldığım bu yazının elbette ki Cumhurbaşkanımızın kendilerine ulaşamayacağını, ulaşsa bile okumaya vakitlerinin olmayacağını biliyorum. Ama günlük politik mülahazaların ötesinde gördüğüm bu değerlendirmeyi sizlerin sıkılmadan okuyacağını umut ederim.
Recep Tayyip Erdoğan, MSP’nin gençlik kollarında başlayan siyasi mücadelesi bir yana 1985 yılında Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olmasıyla birlikte Türk halkının gündemine girmeye başladı. Zira bar demeden pavyon demeden gittiği her mekânda canhıraş bir şekilde ve içtenlikle ortaya koyduğu dava azmi kendisini gündemin de ötesinde gönüllere taşımaya başlamıştı...
27 Mart 1994 yerel seçimlerinde ise sürpriz bir şekilde Refah Partisinden İstanbul Büyük Şehir Belediye başkanlığını kazanması, onu sadece Türk halkının değil dünyanın konuştuğu bir siyasetçi haline getirecekti. Daha da önemlisi başkanlığı süresince ortaya koyduğu ve hayranlıkla izlediğimiz performansıyla Erdoğan sevgisi adeta gönüllere perçinlendi.
Öyle ki; (o dönemleri İstanbul’da bizzat yaşamış birisi olarak söylüyorum) susuzluktan pas tutan çeşmelerde su kesilmez olmuş, çöp yığınlarından kokuşan caddeler yürünür vaziyet almış, hava kirliliğinin boğduğu şehir nefes alınır hale gelmiştir. Ama tüm bunlardan daha önemlisi kendisinden önceki dönemde kasası yağmalanan belediye bırakın yatırım yapmayı işçilerin maaşını ödeyemezken, yeni dönemde belediyenin yatırımları merkezi hükümetin yatırımlarıyla yarışır hale gelmiş, 2 milyar dolar borçla aldığı belediyeyi 4 milyar dolarlık yatırım yapan bir kurum haline getirmişti.
Bunu nasıl mı sağladı? Söylediğim şeyi bilmek için ekonomist olmaya falan gerek yok. Bu ülkede yıllardır söylenen yalın bir gerçek var ki “yoksulluğun nedeni yolsuzluktur!” İşte o dönemi hatırlayanlar çok iyi bilir ki Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısının şifresi buydu: Yolsuzluğu, hırsızlığı, suiistimali önledi. Hiç unutmuyorum dönemin meşhur gazetecisi Uğur Dündar Erdoğan’ı yolsuzlukla suçladığı canlı yayın programında çok kötü madara olmuştu ki muhtemelen programın videolarını bulmak mümkündür.
1997’de Siirt’e okuduğu bakanlık onaylı bir şiirden dolayı ceza evine girdiğinde tüm ülkenin galeyana gelmesinin nedeni, işte onun ülke sathında gönüllerde oluşturduğu güven ve sevgi tohumlarıydı. Çünkü Erdoğan demek çalışkanlık demekti, dürüstlük demekti, güven demekti, başarı demekti, tevazu demekti, her türlü haksızlık ve zorbalığa başkaldırı demekti. Kısacası Türk halkı o Erdoğan’ı sevmişti ki böyle bir insanı ülkenin başında görmek sağcısından solcusuna herkesi, ama en çok da bu ülkede yıllardır ezilen, horlanan, aşağılanan, jakoben elitin zulmünden bîzar olan kitleleri heyecanlandırmış ve bu heyecan artarak devam etmişti. O’nun şöhreti “one minute” çıkışıyla ülke sınırlarını aşmış, dünya mazlumlarının yıllardır bekledikleri ses olmuştur…
Beni tanıyanlar çok iyi birler ki kendim için hiçbir kimse veya makamdan beklentisi olmayan birisiyim. Üç kuruşluk menfaat için dokuz takla atanlardan hiç olmadım. Hakkımla geri planda olmayı haksızca öne geçmeye tercih ettim. Bu nedenle de “amatör bir vatandaş” olarak hayatıma devam ediyorum. Demem odur ki biz bu ülkeyi ve her kim olursa olsun bu ülkeye hizmet edenleri karşılıksız sevenleriz. Dolayısıyla gemi batsa da terk edenlerden değil omuz verenlerden oluruz. Çünkü biz bu gemiye çıkar kaygısıyla sonradan binenlerden değil, sahiplik duygusuyla ilk binenlerdeniz…
Peki, bu noktadan hareketle seçim sonuçlarını ve ülke gündemini nasıl değerlendirmek lazım? Aynı zamanda öneri niteliğindeki değerlendirmelerimi çok genel hatlarıyla birkaç madde halinde sıralamak istiyorum:
a) Tarih meraklısı biri olarak şunu söylemek isterim ki, liderler için en büyük tehlikelerden birisi kuşatılmışlıktır. İlçe teşkilatlarından merkeze kadar liyakatsiz kişilerin yaptığı hataların bedelini liderlerin ödemesi kaçınılmazdır.
b) Eğer bir parti veya kurum için halk nezdinde “dürüstlük” kavramıyla “yolsuzluk” kavramı yer değiştirdiyse bir şeyler yanlış gidiyor demektir ve mutlaka önlem alınmalıdır.
c) Bir zamanlar halkın ve medyanın gündemini meşgul eden olayda olduğu gibi bu kadar bilge insanların bulunduğu bir toplumda pudra şekeri(!) çekenler genel başkan yardımcısına danışman olabiliyorsa ortada büyük bir liyakat sorununun olduğu izahtan varestedir!
d) Biz ülke olarak her türlü yokluk, açlık ve kıtlık görmüş bir neslin devamıyız. Gerekiyorsa her bir ferdimiz ülkesi için yine aç yatmayı, bir tek kuru ekmeğini bölüşmeyi göze alır. Ne var ki bu fedakârlığın tavandan tabana eşit paylaştırılması adalet ilkesinin en temel kuralıdır. Zırhlı Mercedes’lerle gezenlerin fakirlere cennet vaadi artık inandırıcı olmaktan çok uzak…
e) Bu ülkede mistik yapılara dayanmanın acı tecrübesini 15 Temmuz’da yaşadık. Buna rağmen hâlâ Menzilinden Çarşamba cemaatine kadar, cübbeli-cübbesiz ezoterik yapılardan medet umma geleneğinin gözden geçirilmesi gerekmez mi?
f) Sağlık sistemi başta olmak üzer birçok kurumda yeniden neredeyse 20 yıl öncesinin bürokratik hantallığına dönülmüş olması, merkezi otoriteye kasti bir kumpas değilse nedenleri mutlaka araştırılmalı değil midir?
g) Birçok konuda olduğu gibi “nas-faiz” konusundaki dini danışmanların en azından Kuran’da geçen “riba” kelimesiyle faizin çok farklı şeyler olduğunu bilecek yeterlilikte olmaları gerekmez miydi?
Hemen söyleyeyim; elbette beni kimse adam yerine koymaz ama eğer ülkeme bir faydam olacaksa, ben hâlâ gününün neredeyse kâhir ekseriyetini çalışma odasında geçiren birisi olarak kendi alanımdaki tüm bilgi ve birikimimle ekstra hiçbir ücret almadan ömür boyu devletime danışmanlık yapmaya hazırım!
Sayın Cumhurbaşkanımızla aynı mektep/meşrepten gelen ve putperestliğin “şahısperestlik” olduğuna inanan birisi olarak söylemek isterim ki benim kaygım kişiler ve partiler üstüdür. Çünkü biliyorum ki inançlı kadroların başarısızlığı sadece ülkenin değil koca bir İslam dünyasının akameti demektir.
Daha da önemlisi onların şahsında temsil ettikleri inancın mahkûmiyeti demektir. Nitekim ülkemizde kişilerin yaptıkları hataların faturasının dine ve Tanrı’ya nasıl kesildiğin dair örneklere sürekli şahit olmaktayız.
Bilmem ki hatırlatmaya gerek var mı? Devletin dini adalet, adaletin temeli ise liyakattir. Büyük makamlara getirilmiş, kendisini yarı tanrı zanneden küçük beyinli insanlar sadece davanızın değil, devletin temeline bağlanmış birer dinamittirler!