Kadının Kimlik Serüveni
KADININ KİMLİK SERÜVENİAdamın biri yolda yürürken önündeki şişeye vurmuş ve içinden bir cin çıkmış. Cin adama: “Dile benden ne dilersen ama bir dilek dileme hakkın var” der. Adam: “Tamam o zaman, bana en büyük okyanusun bir ucundan diğer ucuna bir köprü yap üstünden gidip geleyim” der. Cin: “Sen deli misin bu imkânsız bir şey, bunun için kaç bin ton çelik, bilmem kaç bin ton çimento gider, bu dileğin hayatta olmaz, başka bir dilek dile” der. Adam: “Tamam o zaman, ben kadınları hiç anlamıyorum. Bana kadınları anlamam için bir büyü yap” der. Cin biraz düşündükten sonra şu cevabı vermiş: “Abi, köprü iki şeritli mi olsun, dört şeritli mi…?” Kadınları anlamak bu fıkrada söz konusu edildiği kadar gerçekten zor mudur değil midir bilmiyorum ama kadınların insanlık tarihi boyunca tartışmaların ana konularından birisi olduğu muhakkaktır. Belki tüm bu tartışmaları kadına bir kimlik arayışının sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak ne yazık ki genel olarak ortaya konulan bakış açıları, bu kutsal varlığa kimlik kazandırmak bir yana onu kimliksiz ve kişiliksiz bir meta konumuna getirmekten başka bir işe yaramamıştır! Romalı bilim adamlarının günlerce süren bir bilimsel (!) toplantılarının konusu neydi biliyor musunuz? “Kadının ruhu var mıdır yok mudur?”. Uzun uğraşılar sonucunda elde ettikleri çıkarım aslında beklenen bir sonuçtu: Kadının ruhu yoktur, zira o normal bir insan değildir!!! İşin ilginç yanı çoğu kere düşüncelerini alıntıladığımız felsefeye yön veren İlkçağ ve sonrasındaki filozoflarından birçoğunun düşüncesi de bu minvaldedir. Meselâ Eflatun “Kadın cehennemin kapısıdır ve o kesinlikle bir maldır” derken, Cicero “Kadınlar olmasaydı erkekler Tanrılaşabilirdi. Kadınlar, erkekler büyük işler başarmasın diye yaratılmıştır” yargısını ortaya koyar. Aristoteles kadında bir eksiklik olduğunu düşünüyor ve kadını “tamamlanmamış bir erkek” sayıyordu. Çoğalma sürecinde kadının tamamen pasif bir alıcı, erkeğin ise aktif bir verici olduğu zannından hareketle çocuğun sadece babasının özelliklerini aldığına inanıyordu. İşin kötüsü, Aristoteles’in kadınlar hakkındaki görüşü ağırlık kazanmış, bu yüzden kilise de kadın konusunda Kutsal kitaba dayanmayan bir anlayışı devralmıştır. Clement (MS 200) “Her kadın, bir kadın olduğu düşüncesiyle utançtan boğulmalıdır. Çünkü o cehenneme açılan bir kapıdır” derken, Montesquieu “Tabiat, erkeğe akıl ve fikir vermiştir, kadına ise sadece güzellik ve süs” diyordu. Napolyon’a göre “Kadın çocuk yapması için erkeğe verilmiş bir hediyedir. Kadın bizim malımız, mülkümüzdür”. Alman filozof Schopenhauer ise, annesi dâhil tüm kadınları fâhişelikle suçlamıştır. Eski dönemlerde Hindistan’da ölen kocanın cesedi yakılırken karısının yangına atılıp yanması kendisi için bir kurtuluş yolu ve sevaplı bir hareketti. Kadınlar hakkında Hıristiyan din adamları da filozoflardan farkı düşünmezler. Patrik Bernard: “Kadını şeytanın aleti” kabul ederken (ilginçtir ama bu söz bizim toplumda Hz. Muhammed’in sözü olarak aktarılır), İncil yazarlarından Dimaşklı Yuhanna “Kadın şerrin çocuğu, emniyet ve huzurun da düşmanıdır” diyordu. Hegel’e göre yönetimin başına kadınlar geçmişse devlet tehlikede demektir. Çünkü kadınlar rastlantısal eğilim ve görüşlere dayanarak karar verirler. Nusayrilere göre kadınlar ruhları olmayan bayağı yaratıklardır. Onlara göre şeytanlar insanın günahından, kadınlar da şeytanın günahından yaratılmıştır. Hz. Muhammed’in yaşadığı İslam öncesi cahiliyye toplumunda kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin altında da kadını aşağılama ve ona baba olmaktan utanma duygusu vardır. Bilinenin aksine 1789 Devrimi kadınlar için çok fazla haklar getirmedi. Hatta erkeklerle aynı hakları isteyen Olympe de Gouges 1793’te idam edildi. Kadın hareketleri asıl 19. yüzyılda güçlendi. Buraya kadar kısaca özetlediğim kadının kimliği konusundaki tarih yolculuğundan sonra şunu söyleyebilirim: Kadın insan olmanın mistik hazzına ve onuruna İslâm’la kavuşmuştur. Ancak modern cahiliyye mantığıyla, kadını Allah’a kul olmaktan kurtarıp sözde özgürleştirmeye çalışan feminist yaklaşımların, onu yeniden sahte tanrıların kulu ve meta haline getirmekten başka bir sonuç doğurmadığını anlamak için bilmem ki filozof olmaya gerek var mı? Hz. Muhammed’in, “anne hakkını babanın üç katı olarak” görmesi ve “cenneti dahi anaların ayakları altına indirgemesindeki” inceliği de burada aramak gerekir... Âdem DOĞANTEMUR