Anneniz Hayatta mı?
ANNENİZ HAYATTA MI?
Gizemli bir sözcüktür “anne”. Bu kelimeyi ne zaman duysam tarifi imkânsız bir burukluk hissederim kalbimin derinliklerinde. Bu yaşıma rağmen kendimi yalnız hissederim her Anneler Gününde. Birisini annesinin elini tutarken, ya da onu öperken görsem nedensiz bir kıskançlığın izleri akseder yüz hatlarıma. Aslında bu durum çekememezliğin değil, bendeki yarım kalan duyguların bir dışa vurumudur sadece!
Birçok şanslı çocuk gibi benim küçüklüğüm de annemin sıcacık kucağında onun cennet kokusunu hissederek geçti. Şehir hayatına oldukça uzak, etrafı yüksek dağlarla örülü izbe bir köyde büyüdüm. Çok rahat bir dönem geçirdiğim söylenemez. Köy hayatının şartları gereği boyumdan büyük işler yapmak zorunda kalmışımdır hep!
Teknolojik aletlerin adını dahi bilmezdik. Babamın ajans dinlemek üzere başından ayrılmadığı devasa büyüklükte “Masgot” radyo hariç. Televizyon denilen âletin varlığından yıllar sonra haberdar oldum. Gaz lambasıyla aydınlanıp, ocaklığa (siz şömine diyebilirsiniz) doldurduğumuz odun yığınlarıyla ısındığımızdan tüm dünyayı bizim köy gibi sanıyordum. Kim bilir söylemsi tuhaf ama belki de bütün dünyayı bizim köyden ibaret zannediyordum!
O yaşlarda bizim için en büyük mutluluk, otlatmak üzere dağarla götürdüğümüz davarları akşam olduğunda tastamam eve getirebilmek, gün boyu annemin azık olarak hazırlayıp küçük bir sofra bezi içerisinde belime sarmaladığı bir haşlanmış yumurtayla beyaz peyniri pınarların şırıl şırıl nağmeleri eşliğinde sokum yaparak yiyip ardından türküler mırıldanmaktı.
Bize alınan küçücük bir hediye veya yiyecek bile sevinç naraları atabilmemiz için yeterliydi. Meselâ eskiyen ayakkabılarımın yerine babamın aldığı bir çift kara lastik ayakkabıyı kirlenir korkusuyla en az bir hafta yatarken dahi yanıma alıp uyuduğumu dün gibi hatırlıyorum!
Kuş uçmaz kervan geçmez köyümüzün birleştirilmiş sınıfında eğitim görürken, arkadaşlarımla seksek ya da çelik-çomak oynamak için yaklaşık yarım saatlik dersin ardından çıkacağımız iki saatlik teneffüsü dört gözle beklemek ise inanılmaz bir özlemdi!
Sadece bizim ailede değil belki de o dönem bizim köyde, ilkokuldan sonra çobanlığı bırakarak eğitim hayatını devam ettiren nadir kısmetlilerden birisiydim. Ortaokul-lise yıllarım öylesine inanılmaz zorluklar ve maceralarla geçti ki şu an bile o döneme ait bazı hatıralarımı anlattığımda öğrencilerim şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar!
Tatilleri saymazsak bu dönemde ailemden dolayısıyla annemden uzak kaldım. Yaz tatillerinde ise son derece zor şatlarda maden işçiliği yaptığımı belirtmeliyim.
Ailenin uzun soluklu eğitim hayatını devam ettiren tek çocuğu olarak İstanbul’da başlayan fakülte hayatım ise ayrı bir hikâye. Bu süre zarfında ailemi ve annemi görebilmek için yine tatilleri beklemekten başka çarem yoktu!
Annemin bana kullandığı bir cümle vardı ki defalarca tekrar etmiştir: “Ah oğlum, şu okulunu bitirip bir memur olsan da evine seni ziyarete gelebilsem!” Ben de doğal olarak her defasında “İnşallah anne, az kaldı” diyerek teselli etmişimdir!
Nihayet beklenen gün geldi ve ben okulumu bitirip Ağrı-Tutak İmam Hatip Lisesine öğretmen olarak atandım. Ben hem göreve başlamanın hem de annemi kendime ait bir evde misafir edebilecek olabilmenin heyecanıyla coşuyordum. Annemle konuşup anlaştık. Ben görev yerime gideceğim, annem ise köydeki işleri bitirdikten sonra babamla birlikte ilk görev yerime beni ziyarete gelecekler. Böylece annemin yıllardan bu yana tekrarladığı dileği gerçek olacak ve içinde uhde kalmayacaktı!
Aradan birkaç ay geçti ve annemin bana gelmesine artık sadece günler kalmıştı. Bugün yarın otobüse binecekler ve ben onları yolda karşılayacağım. Tam böylesi bir günde sınıfta ders anlattığım bir anda nöbetçi öğrenci içeri girerek, bana telefon olduğunu ve idareden çağırdıklarını söyledi. (O tarihlerde cep telefonu yok). Öyle sevinmiştim ki “Yaşasın! Annem geleceği saati haber verecek” diyerek koştum. Telefonun karşısındaki ses ağabeyime aitti ve duyabildiğim tek cümle şuydu: “Annem öldü…..!”
Biliyor musunuz, eğer bugün Allah bana annemle yarım kalan o buluşmamızı gerçekleştirmek için fazla değil sadece iki saatlik bir fırsat verse emin olun ki bunun için canım dâhil feda etmeyeceğim hiçbir şey yok. Eğer bu satırları okuduğunuzda anneniz-babanız hâlâ hayatta ise, lütfen ölmesini beklemeden onları mutlu edin…
Adem DOĞANTEMUR