Yasak'a dair…
Yasak kavramı, insan yaşamının üzerine bina edildiği temel kavramlardan biridir. Bir şeyi yapıp yapmama konusunda başvurulan temel bir kavramsallaştırmadır. Bu yasak kavramı aynı zamanda bir toplumsal yapının da bel kemiğini oluşturmaktadır. Nelerin yapılacağından çok nelerin yapılmayacağı konusu belirleyici bir özellik olarak insanlık tarihi boyunca öne çıkmıştır. Dinlerde de yasaklar söz konusudur. Bu yasaklar az olmakla birlikte ihlal edildiğinde dünyevi ve uhrevi cezaların varlığı kesinlik arz eder. Tarih boyunca insanlar bir araya gelip bir topluluk oluşturduklarında yasaklar o topluluğun sınırlarını göstermesi bakımından belirleyici olmuştur.
Yasak, isim olarak; bir şeyin yapılmasına karşı konulan yasal ya da yasal olmayan engel. Sıfat olarak da yapılmaması istenmiş olan, yasaklanmış olandır. Bu durumda bir şey ile ilgili durum belirten bir özellik olduğu gibi bir yasa özelliği de taşımaktadır. Yasaklanan şeyin engellenmesi ve bu engeli aşanın cezalandırılması söz konusudur. Mesele, yasağı kimin koyup koymayacağı ile ilgili bir tartışmadır. Aslında modern bağlamı içinde eşitlik üzerinden meseleyi ele aldığımızda bir yasak koyma imtiyazı yoktur. Devlet, devletin kurumsallaştırdığı hukuk sistemi sadece halkın yararına olan şey üzerinden bir yasak icra edebilir. Burada temel sorun ise; halkın yararının neliği meselesi olarak öne çıkar. İşte bu yararlılık meselesi aynı şekilde dünya görüşünün de bakışını işaret eder. Neyin yararlı olup olmadığı konusu da tarih boyunca tartışılmıştır. Yasakların adedi düştükçe mutabakat artarken, çoğaldıkça da mutabakat sağlanamamaktadır.
Yasak meselesinde, yasa koyucu kim olacaktır, sorusu belirleyici bir konumu işaret eder. Yasağın kimin tarafından konulacağı meselesi hep bir tartışmayı içermektedir. En geniş hatları ile başkasına zarar verme üzerinde bir mutabakat söz konusu… Fakat bu mutabakat ise yalın hali üzerinde bir mutabakattır. Örneğin, hile, aldatma, ayartma, saptırma gibi kötü tavırları ile muhatabı raydan çıkaran kişinin gördüğü zarar yasak mıdır, değil midir, tartışmalı hale gelebilir. Burada niyetin sahihliği ve işlevselliğin yüklediği yargı önemini korumaktadır.
Müslüman açısından yasa/k koyuculuk/hüküm koyuculuk Yaratıcı Kudret olan Allah’a mahsustur. Allah emir ve nehiyler koyar. İnsanlar bu emir ve nehiylere uymakla yükümlüdür. Çünkü bu yükümlülüğü yerine getirmeyenlere karşı bir cezanın uygulanacağı da açıkça belirtilmektedir. Eğer, yasa koyucu olan Allah ise bu konuda bir tartışma ve karşı çıkma olanağı yok olmaktadır. Çünkü Yaratıcı olan ve her şeyi bilen bir Güç ve İradenin koyduğu yasa/k ise insanın lehinedir. İşte yasakta insan lehine bir durumun oluşması varlığının teminatı bir durumu işaret eder. Bütün kültürlerde yasaklar sınırlıdır. İslam’da da bu yasaklar çok sınırlı bir zeminde tutulmuştur. Vahyin açık bir şekilde belirttiği bu yasaklar uyulması zorunlu yasaklar silsilesine girerler. Bu yasaklarda bile istisnai durumlar söz konusudur. Bazı hallerde bu yasaklar geçici bir şekilde uygulamadan düşer. O hal bitince yasak yeniden başlar. İstisnai olanın varlığı bir yasağın mutlaklaştırılamayacağının da garantisini verir.
İslam açısından yasa koyuculuk Allah’a mahsustur. O yasadan hareketle yasanın alanının içinde ama belirginlik kazanmayan bir olgu söz konusu olduğunda bir açıklama babında asli yasaya başvurarak bir açıklama ile yeni bir yasa açığa çıkartılabilir. Buna İslami literatürde içtihada dayalı fetva denmektedir. Yeni bir durum karşısında ortak benzerlikler söz konusu ise asli hükme dayalı olarak yeni durumun asli hükmün sebebi hikmetini de dikkate alan bir yaklaşım üzerinden hükme bağlanır. Bu hüküm, kalıcı bir hüküm değil, müzakereye açık, eleştiriye açık ve yeniden düşünülmeye açık bir yapı arz edecektir. İslami düşüncede sünnet ise hükmün illetini ve mahiyetini dikkate alarak makasıt üzerinden açılım yaparak onu ya genelleştirir veya tahsis ederek belirler. Bu konuda sünnete tabi olmaya davet edilen Müslümanlar açısından nebevi karakteri kesinlik kazandığı zaman tabi olma da kesinlik kazanacaktır. Yasak ancak vahiy üzerinden kesinleşir, sünnet bu kesinleşmeyi keskinleştirir veya elastikiyet kazandırır. Çünkü bir yasağın amacı ve hedefi belirleyici bir konum ihtiva eder.
İslami düşünce bağlamında kurumsallaşan her kurum ve dahi devlet ancak içtihada dayalı fetva mesabesinde işlevselliğe sahiptir. İçtihadı da kalıcı değil şartlarla bağımlı ve geçici bir tabiata sahiptir. Bu yüzden devletin ve kurumların yasak koyma imtiyazları yoktur. Geçici engelleme durumları söz konusu olabilir.
Yasayı akla veren yaklaşım biçimi ise, aklın mutabakat üzerinden bir tanımını yapmakla yükümlü olur. Hâlbuki insanlık tarihi boyunca farklı akılların farklı sonuçlar ürettikleri gözlenmektedir. Birden fazla felsefi yöntem ve bakışın olması da buna uygun bir zemini işaret eder. Birden fazla medeniyet ve kültürün varlığı da bu akli çoğulculuğu açıkça beyan eder. Üzerinde mutabakat oluşturulacak ve yasa koyma imtiyazı kazanacak bir aklın varlığı bugüne kadar görülmemiştir. Ama buna rağmen, akıl, yasa koyucu işlevine sahip olmaktadır. Buna inanan kişiler de bu yasalara uygun davranmayı önceleyebilirler. Aklın yasalarının uhrevi karakteri olmadığı için dünyevi bir ceza ile karşılık bulmaktadır. Her şeyin dünya ile sınırlı olduğu bir yasa/k koyucu olma kendi içinde bir anlamsızlığı işaret etmektedir. Ölüm sonrasına dair tek bir makul açıklama mümkün olamamaktadır.
Tabi birlikte yaşamanın getirdiği kurallar vardır. Bu kurallar ise örf, anane, kültür ve medeniyet bakışından süzülerek tarihe mal olmuş davranış kalıplarıdır. İlişkiler ağı içinde sağlıklı bir ilişki zeminini kurma adına bazı yasaklar söz konusu edilebilinmektedir. Bu durumun kendisi ayrı bir olgu olarak mı değerlendirilmeli, yoksa dine dayalı bir düşünceden neşet etmiş bir kültürün izdüşümleri olarak mı yorumlanmalı, düşünülmeye değer bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
Bir noktanın daha altını çizmeliyiz: yasa temel, yasak, istisnai olandır. Asıl olan sınırların belirginleşmesi, uyumun sağlanması, insanın huzurunu sağlayacak bir düzeyin varlığının kesinlik kazanmasına yönelik çabaların karşılık bulmasıdır. Yasak istisnai olurken, yasa genel ve evrensel bir ölçeğe sahiptir. İstisnai olanın evrensel bir ölçeğe çıkması da düşünülebilir. Öldürme eylemi, her kültür ve medeniyette yasaktır. Bir insanı haksız yere öldürmek ise dini düşünceye göre sonsuz ve kalıcı bir azaba nedendir. Bir insanı öldürmenin bütün bir insanlığı öldürmek ile eşdeğer tutulması bir yasadır. Bir kişinin öldürülmesinin cezalandırılması ise bir yasağın işlevini bulmasıdır. Yasak, öldürme eylemidir. Yasa, öldürmenin bütün bir insanlığı öldürme ve dolayısıyla kişinin kendisini de öldürmesi anlamına geldiğinin açık bir şekilde ifadelendirilmesidir. Bağlayıcı bir hüküm olarak ortaya konulması yasa, çiğnenmesi ile başlayan süreç ise yasak alanına girer.
Hak ve yasak arasındaki bağ da önemlidir. Haklar, insana verilmiş imtiyazlardır. Bir insan için olmazsa olmaz olan hakları ellerinden alınamaz! Ancak, o kişi, büyük bir hata yapar, kişilere zarar verir. Başkasına yönelik bir tehdide dönüşür. İşte o zaman iş değişir. Haklar eşitlik üzerinden temellendirilir. Kulluk yapma hakkı evrenseldir. Namaz kılma eylemi evrensel bir şekilde tüm insanlara teşmil edilebilir. Yani namaz kılmak isteyenin önünde engel teşkil edilemez! Bu paylaşma adına da böyledir. İstisnai halleri tabi ki olacaktır. Ama yasak koyma bir istisnai haldir. Bu istisnai hali doğru tanımlamadan yasak koymak ise toplumsal birliği sorunlu hale getirir.
Hakların çoğaltılması da bir sorun teşkil eder. Dolayısıyla hakların da ne olduğu konusunda ortak bir mutabakat söz konusu olmalıdır. Haklar kadar kişilerin sorumlulukları da söz konusudur. Sorumlulukları yerine getirme konusunda gösterilen çabaları baltalamak da yasaklar zümresinden sayılır. Burada ahlaki edimlerin karakteristik yapıları devreye girer. Hak, sorumluluk ve benzeri durumlarda ahlaki edimler çokça belirleyici olmaktadırlar. Bu ahlaki edimlerin, kişinin dinamik bir gelişim çizgisi içinde kendini geliştirmesi, olgunlaştırması ve rüştüne ermesini de içerecek şekilde düşünülmesi gerekmektedir. İşte yasak insanın tekâmül sürecini baltalayacak sosyal, psikolojik ve siyasi engelleri ortadan kaldırmaya matuf bir özellik taşımalıdır. Bu noktada insan tanımı, hedefi ve amacı bakımından yasak kavramının durduğu zemini de ayrıca müzakere etmeliyiz.
Görüldüğü üzere bir konudan başlayarak diğer temel konularla ilişkisini de dikkate sunarak ilerlemeye çalışırken geldiğimiz nokta yine tekil anlamda insanın kendi varlığının anlamını, amacını, hedefini ve kendisine yüklenilen sorumluluğu yerine getirme uğraşısını verirken bir engel ile karşı karşıya kalmaması ile irtibatına dönüverdi. Elimize aldığımız her konu hem kendi bütünlüğü içinde hem de her şey ile irtibatlı bir şekilde oluşacak olan aşkın bütünlüğü de dikkate alınarak düşünülmelidir. O zaman sağlıklı bir yaklaşım, insanın temel dinamikleri ile uyumlu ve tekâmül basamaklarını çıkmaya açık bir zemin inşa edilebilir.