Ulûhiyeti/Aşkınlığı Reddeden Bilişsel Süreç Hakikati Tanımlayabilir Mi?
Biliş sürecini duygu ve tecrübe şemasına sıkıştıran, aklı da kesinlik şemasına maruz kılan bir bilişsel süreç, sezgisel olanı yadsıyan ve bilinemez olana mahpus kılarak hakikat yolculuğu yapması mümkün görünmüyor. Sadece anla sınırlı, olanla belirlenen bir biliş süreci oluşu devre dışı bıraktığı için zaten sorunlu bir yerde bulunmaktadır. Oluşun belirleyici Kudretini hesaba katmayan ve bütünsel olanı idrak edilemez veya öznel bulan bir biliş anlayışı nasıl bir hakikat doğurur? Bu hakikat, gerçeklik düzleminde hakikat ile bir bağ kurabilir mi? Bu temel sorulara verilen cevaplar ortada…
Hâlihazırdaki mevcut bilişsel modern sürecin insanlığı getirdiği anlam ve değer krizini bir gerçeklik olarak yaşamaktayız. Modernliğin kendisine yöneltilmiş her eleştiriye karşı savunma çabası içinde olmak, kendini sınırlı bir zemine ve zamana hapsetmek olduğu kadar, hakikatin indirgenmiş en düşük boyutu olan somuta/gerçeğe mahkûm kılar.
Tarihsel seyir içinde oluşmuş bütün kültürleri mevcudiyetleri bağlamında onlara bir anlam yüklemek, her şeyi eşitlemek ve hakikatin ne olduğuna dair bir fluluğu -en hafif deyimi ile- kesinliğe ulaştırma arzusunu izhar eder. Eğer hakikat yoksa söylenen şeyin bir karşılığının söz konusu edilebilmesi mümkün olur. Modern düşünce kendi içinde birden fazla akıma ve biliş sürecine mebnidir. Onlar kendi aralarında bir çatışma yaşarlar. Hatta birbirleri ile savaşa tutuşurken, birinci, ikinci dünya savaşını yaptıkları gibi onlarca ülkede iç karmaşa ve kargaşa da binlerin, milyonların ölümüne neden olmuşlarken, onların iyi tarafları var demek bir hayal dünyası olarak not edilebilir. Elbette ki modern düşünce kendi oluş bağlamının dışında salt bir bilgi olarak ele alınabilir. O zaman onu verimli kullanmanın imkânları sağlanabilir. Ancak, öyle bir iktidar hegemonyası kullanıyorlar ki kendi dışındaki her türlü düşünceye ideoloji yaftası yapıştırdıkları halde kendileri ideolojik davranmıyorlar olduklarını genel bir kabule dönüştürmüşlerdir.
Ama gerçekler öyle demiyor!
Örneğin, anlam ve değer, olanın ne olduğu meselesinde mevcut bilişsel sürece katkısı ne olabilir? Ya da öne sürüldüğü gibi varlığa çıkan her düşünce hakikat izi taşır dediğimizde ve hepsini eşit kıldığımızda kendi söylediğimiz şeyi de aynı zemine mahkûm etmiş olmaz mıyız? O zaman birinin diğerinden ayrı olmama zorunluluğu doğar. Bu da anlamsızlığı ve değersizliği işaret eder. Bugün mevcut modern kültürün ürettiği yaklaşım biçimleri ve yöntemler mevcut insani sorunun hangi boyutuna çözüm bulabildiler.
Son yaşanan göç hadiselerinde batılı modern birey ve ulus devletler ayrımcılığın göstergesi oldular. Göç eden mazlumları denize iterek ölümlerini seyretmenin hazzını yaşadılar. Bu davranışlara karşı ise Avrupa ölçeğinde ciddi bir tepkinin varlığı görülmedi. Salt düşünce zemininde de Habermas gibi modernleşmeci bir zihnin bile ‘modern aklın’ duvara tosladığını doksanlı yaşından sonra itiraf etmesini neyle açıklayabiliriz? Yeni bir filozof ve yeni bir felsefi yaklaşımın varlığının görülmemesi de bir tıkanmışlığın ve yetersizliğin ilanı açısından bir değer taşımadığını söylemek akıl, izan ve insaf ile bağdaşır mı?
Mesele eğer bir çatışma zeminini berhava edecek yeni bir yaklaşımın açığa çıkarılması ise bu post modern bakışın öne çıkardığı hakikatin öznel karakterinin dışa vurumunun gerçekliğini kabullenmek olmasa gerek! Eğer kabul edilecek ise bu, değer ve anlamın kişisel zeminde açığa çıktığını ve nesnel bir zemininin olmadığını gösterir ki bu modern düşünce tarafından da reddedilir. Aşkınlığın reddine neden olan kesinliğin açığa çıkarılmasının tabii sonucu olan nesnellik öznellik tarafından tahtından indirilmiş olur. Bu modernliğin iç çatışmasıdır. Ama aşkınlık kendisini dayatmaktadır. Monist tekçi yaklaşımdan çoğul yaklaşıma geçiş ortaya çıkan sorunları çözüme kavuşturmak için bir yeterlilik sağlayamadı…
Eğer çatışma çözüme kavuşacaksa bunu toplumsal sözleşme ile deneyen Avrupa düşüncesinin eksik bıraktığı yerleri düzenleyerek bir çözüm önerisi geliştirilebilir. Bunu çoğulcu hakikat bağlamında değil, bir sözleşme gereği her düşünce ve kültürün, medeniyetin varlığının bir hak olarak kabulünü sağlayacak bir ortak sözleşme ile inşa edilebilir. Bu sözleşmeye güçlü tarafların dediği değil, her var olanın varlığının korunmasını, ilahi muhasebeyi ise Allah’a bırakarak kişileri, toplumların, görüşlerin, Tanrının yerini almamasını sağlayarak yapabilmenin mümkünlüğünü görmek elzemdir.
Ben bir Müslüman olarak bu yaklaşımın benim dinimin temel özelliği olduğunu; her insanın hesabının öznel bir boyut taşıdığını ve hesabını ancak Rabbine vermesi gerektiğini açıkça ilan eder. Bu inanmayan insanların da neye inanacaklarına kendilerinin karar vermesi gerektiğini açıkça belirtir. Bu yaklaşım zaten dikte edici değil uyarıcı ve uyandırıcı estetik bir üslubu zorunlu kılar.
Yani dini çoğulculuk gibi hakikatin çoğulculuğunu teklif etmek yerine toplumsal sözleşmeyi aşan kültürler arası ve uluslararası yeni bir sosyal sözleşmeye ihtiyaç olduğu bedihidir. Bunu doğru ve yanlış adına değil, hakikatin kimin tekelinde olacağına dair değil, böyle bir tartışma beyhude olur, bilakis, çatışmayı ve uyumu, barışı eksene alan bir yaşamın inşa edilmesinin İlahi Rızaya olan uygunluğu bağlamında önemli ve kabule şayan görmek gerekmektedir.