Rasim Özdenören'in Toz Kitabındaki Öykü
Rasim Özdenören’in Toz öykü kitabını ilk aldığım zamanda okuduğumda beni çarpan bir tarafı olduğunu gördüm. Sonra Rasim ağabey üzerine bir dosya hazırlığı söz konusu olduğunda ne yazacağımı soran editör arkadaşa direk Toz kitabı dedim. Yazı için kitabı yeniden elime aldım ve okudum, okudukça hayranlığım arttı. Kitabı büyük bir şevkle ve hayranlıkla okudum. Zihnime uçuşan fikirlerle birlikte kitabı bitirdim. Müthiş bir anın tükenişi gibi hissettim. Ama zihinde öyle bir tat bıraktı ki; çölde susamış, sonra bir vahada ölümü beklerken bulduğu suyun ağzına ilk değdiği anda hissedilen şey gibi bir tat bu… Abartılı düşünülebilinir. Ama yeniden kitabı ele alın ve bir kez daha okuyun, göreceksiniz ki bu kitap özel bir kitaptır. Öykü dili üzerinden metafizik ve felsefe nasıl yapılır ‘ın örneğini göreceksiniz. Rüya ile gerçeğin içiçeliğini, sıradan ile olağanüstülüğün üst üste konumlanışını birlikte seyredeceksiniz…
Toz kitabı sıradan bir öykü kitabı değil, anlamın yaşam boyu süregiden macerasını farklı başlıklar ve bu başlıklara ait öyküler üzerinden anlatımını yapmaktadır. İlk öykü Toz; hayatın menşeini oluşturan, anlamın temelini kuran ve yaşamın üzerine bina edilmiş gizil boyutunu işaret eden töz ile yorumlanarak değerlendirilmiştir. Tozun zerrecik olarak her tarafa sirayet ettiği gibi her zeminde farklı bir biçim kazanarak varlık kazanması ve bunun bir tarihsel süreç olarak izleğini oluşturması gerçek anlamda bir başarı öyküsüdür.
Yaratılışın her anına sirayet etmiş zerrenin her varlıkta farklı tezahürü üzerine kısa ama özlü bir şekilde anlatıma kavuşturulmuştur. “Denizin üstüne çiseleyen tanecikler minik kabarcıklar oluşturuyor, binlerce, milyonlarca kabarcık, biri batıp biri çıkıyor ve bu kabarcıklar yukardan inen sudan oluşmuyor da, sanki denizin dibinden kaynayıp fışkırıyor.” Bu cümleler ile başlayan öykü, İlahi tecellinin simgesel örneğini sunarak başlıyor. İrfan kültüründe bu anlatım, ilahi tecellinin izharıdır. Metaforik bir anlatım özelliği ile yaratılışın Ulûhiyet bağlamında neye tekabül ettiğini işaret eden önemli bir giriş cümlesidir. Her bulutun içinden milyonlarca toz zerresinin varlığı ve bunun nereden geldiğini sormak, aynı zamanda hatırlatıcı bir ikazı da içinde taşıyor. Düşünmeyi eksene alan bir yöntemin dışa vurumu olarak okunabilir. Toz/töz her yerde, yazarın deyimi ile her nerede ne varsa orada o da var…
Öykü kitabı aynı zamanda öykü sıralaması ve adı ile de orijinalite sahibidir. Toz öyküsünün ardından Güller öyküsü ile devam etmektedir. Gül kelimesinin hem Muhammed (sav) ın simgesi olduğunu, hem gülün güzel koku ile özdeşleştirilerek kullanımı, aynı zamanda gülün aşkın simgesel değeri oluşunu da dikkate alarak yaratılışın temelinin aşk oluşuna gönderme yaparak daha sonra gelecek her öyküde farklı ama benzer aşk öyküleri üzerinden yaşamın, varlığın, oluşun hikâyesine devam edilecektir. Güller öyküsü su ile birlikte anlam kazanmaya başlayacaktır. Su hayatın başlangıcını belirleyen en önemli mitolojik anlatıyı ve aynı zamanda vahyin açık bir şekilde anlatımını yaptığı ilkedir. Her şey sudan yaratılmıştır. Gül ve su ilişkisini öykünün şu cümlesinde görüyoruz: “Dahası da var: mutfaktaki havuzun taşan suyu bu bahçeye dökülürdü. O suyun gideceği yerleri arklar açarak belirlemişti. Su, önce güllerin dibinden süzülür, oralarda yeterince yayıldıktan sonra, bir bir bahçedeki tüm ağaçların dibine ulaşır, her ağacın dibinde küçük bir gölcük oluşturduktan sonra bir başkasına ulaşmak üzere taşıp yoluna devam ederdi.”
Bu öyküde başlar aşk hikâyesi, en sıradan hali ile anne kızına artık evlenmesi gerektiğini söyler… Kız karşı çıkar, anne kızar, vicdan devreye girer ve normal, sıradan bir yaşamın sıradan isteği, zorunlu isteği olarak öne çıkar ve aradaki çatışmalar, hem bir sıradanlığı hem de bir olağanüstülüğü işaret ederek öyküyü geliştirir ve nihayete erdirir. Ama Toz öyküsünden hemen sonra Güller öyküsünün gelmesi ve olağanüstülüğü ile olağanlığı aynı zeminde gösteren boyutu, kurgusu diğer öykülerde de devam eder.
Güllerin farklı isimler ile betimlenmesi, sınırlar çizilmesi, bu sınırların yaşamın sınırları ile özdeş kılınması, normal hayatın akışında güllerin dağıtıma çıkarılması ve bu dağıtımda bir beklentinin oluşmaması da aşk kavramına öyküde yedirilmiş anlamın içeriğinin açıklanması anlamına geldiği rahatlıkla söylenebilir.
İnsanın varlığa çıkışı ile birlikte başlayan ve insanın Adem as kıssasında da anlatıldığı gibi düştüğü bu yeryüzünde karanlıkta kalması, pişmanlığını belirtecek kelimeleri de bizatihi Allah cc dan aldığını biliyoruz. Öykü bu noktada insanın Gece öyküsü ile yaşamın başlangıcında yalnız ve kimsesiz olarak varlığını izhar ediyor. Öykünün başlangıç satırında: “Kendisini birden bire orada, o belalı yerde buldu.” Bu giriş cümlesi birçok şeyi açıklamaktadır. Rasim ağabeyin öykü dilinde farklı bir zemin yakalayarak güncel anlatım üzerinden, hatta yaşamın en pespaye boyutunu gösteren bir dil üzerinden en temel sorunu, anlam sorununu ve kulun Rabbi ile olan ilişkisinin serüvenini anlatmayı deniyor. “Nerede olduğunu kestirmek de onun işi değildi. O, yalnızca, dışarıda, soğukötesinden gelip kendini bulacak olan biri, -belki birilerini mi- için hazırdı. Bir başka cümlede ise dımdızlak kaldığını belirtiyor. Kışın ve yazın buluşması ile öykü bitiriliyor. Gece öyküsü insanın, bekleyişini, arayışını, konumunu ve hâlihazırdaki yerini betimliyor.
Öyküler Mağara öyküsü ile yoluna devam ediyor. İster Platon’un mağara alegorisi ile yorumlayalım, ister gecenin sonunda her insan irade sahibi bir varlık olarak yaşam karşısında kendi mağarasını oluşturmaya başlamaktadır. Bu mağarada kendi yaşamının anlamını ve aşkının macerasını yaşamaya başlayacaktır. Bu mağara aynı zamanda kişinin kendi sınırlarını çizmesi anlamına gelmektedir. İki insanın birbiri ile ilişkisinin niteliğini belirlemesi bağlamında da bu önemli bir göstergedir. Öykü şu cümle ile başlıyor: “Umurumda bile değil, diye düşündü birden. İster bir mağarada olmuşum, isterse… Cevapsız bırakılan sorular. Kimsiniz sorusuna öyküde verilen cevap: ben, ben olanım! Sonrasında dul bir kadının kızının varlığını söylemesi ve kendisine teklif edilen aşka mesafe koyuşu vesaire…
Bu öyküde temiz havaya çıkma arzusu, yağmur imgesi ve yağmurun her şeyi temizlemesi gibi bakışlar ise öykünün üzerinde durduğu zemini göstermektedir. Ama öykü kendi tadında, dul bir kadının kendi yalnızlığı ile baş başa kalırken kendisine teklif edilmiş aşk ile arasındaki mesafe ve aşkı teklif edenin tanımsızlığı ile nihayete ermektedir. Burada şu açık bir şekilde ifadeye kavuşturulmaktadır. Hayatın rutin kendi akışı içinde insanların başına ki bu daha çok kadınlar öne çıkartılarak anlatılmaya çalışılmaktadır; bir sürü farklı olay ve olgular gelebilir. Bütün bu olup bitene karşı yaşam kendi rutinini sürdürmektedir. Eğer sen bu rutini takip eder ve yaşamın arka planında var olan anlamı gözlemlemeye çalışmazsan kendi olma hayalini gerçekleştiremezsin.
Öykü Kapatılmış Gün öyküsü ile devam etmektedir. İnsan yaşamını sürdürürken nereden geldiğini ve nereye gideceğini de aramaya devam edecektir. Bunu ne üzerinden anlatabilirdi, yazarımız; ölüm üzerinden… Kişinin ölen yakınının kendisine bir daha geri gelmeyeceğini düşünmesi, ölüm üzerine mi düşünmeliyim derken, hayır, yaşam üzerine düşünmeye başlamalıyım, diyerek sürdürmesi, kendisine bu konuda verilen bilgilerin niteliğini sorgulaması, bilgi ve mahiyeti konusundaki beklentiler bu ölüm metaforu üzerinden tartışmaya açılıyor. Kendi kızının, anneye ölen babası için; niye babam gelmiyor, diyerek annesini sıkıştırıyor. Anne ise o artık senin baban değil diyemiyor, belki bir gün bunu diyebilirim, diyerek içinden geçiriyor. Bu öyküde ve diğer öykülerde de dikkatimi çeken anlatım; iç konuşmaların ağırlıklı oluşudur. Öykü iç sesin varlığını sürekli dışa vuruyor. İçinden söylediği ile dışarıya söylediği arasındaki çelişki üzerinden yazar bize olanın varlığı ile oluşun varlığı arasındaki mahiyet farkını idrak ettirmeye çalışıyor.
Toz öykü kitabı özelinde yer yer bilinç akışı tekniği kullanılmaktadır. Yaşamın çok katmanlılığı gibi insanın da çok katmanlılığı dile getirilmekte ve öyküde bir mekânda birden fazla olayı, olguyu, durumu, kişiyi, kişiliği, çeşitliliği sunmaktadır. Bu da öyküyü zenginleştirmektedir.
Dolambaçta, Çığlık öykülerinde ise seriye bindirilmiş bir bakışı öne çıkarmaktadır. İnsanın kendini kaybettiği ve âşık bir insanın dolambaçta kalarak bir çığlığa yönelmesinin öyküsünü görüyoruz. Her iki öykünün aşk kahramanlarının iç çelişkileri, iç çatışmaları, birbirlerine yönelik tepkileri, beklentileri vesaire yaşamın sürekliliğini göstermesi, yaşamda kişinin karşı karşıya kalabileceği zeminleri görmesi açısından manidardır. Dikkat çekici uyarılar sunulmaktadır. Her iki öyküde de kişinin parçalanmış hayatının anlamsızca dışa vurumunu anlatıyor. İki öykünün son bölümünü aktarıyorum: uzun uzun çığlıklarımla, bir şeyleri bir arada tutma çabamla, korkumla, direnişimle, öldükten sonra bile, ağzımdaki öpüşün tadının kalıp kalmayacağını merak ederek ve şunlardan ve şunlardan nefretini gizlemeyerek öylece oralara boşluklara çığlığımla titreyip kalıyorum. Görüntüler siliniyor.
Cehennem, Fırtına, Gölge ve Oyun öykülerinde ise arayışın temellendirilmesi, insan ruhunun kendi cehennemini oluşturduğu, cehennem ve cennet algılarının buraya aidiyetini tartışma konusu yapması, fırtınaların kopuşu, her şeyin bir gölgesinin oluşu gibi insanın kendi gölgesinin varlığını, kadın ve erkek arasındaki gerilim üzerinden cemal ve celal sıfatlarının tezahürü ve gerginliğinin insanlar üzerindeki iz düşümü olarak kadın ve erkek çatışması ve bunun yaşama yansıması kadar, kadının, bir erkeği severken başka bir kadının aynı erkeği sevmesi üzerine onu gölge olarak kabullenmesi ve aşkın karakter olarak yaşamın üstünde bir zemine sahip oluşuna dair göndermeler içermektedir. Bu öyküler aynı zamanda insan var oluşunun aşamalarını da beraberinde taşımaktadır. Bu arayışın temellendirilebilmesi için ona bir yol gösterici gerekmektedir. İşte arkasından gelen öykü bu işi üstlenecektir.
Çalılıkta Yanan ateş öyküsü arayışın ve anlamın temellendirilmesi bağlamında önemli bir yerde durmaktadır. Musa as’ın yaşadığı örneğin bir benzerini öykü dili üzerinden Rasim ağabey bize aktarmaktadır. Musa as örneğini öykü diline yedirerek bunu yaşamın sıradan dili üzerinden aktarmak kolay olmasa gerek. Giriş cümlelerine bir bakalım: Birden her şey durdu, evrenin tepesinden dünyaya, dünyanın üstünde bir ülkeye, o ülkenin içinde bir kente ve o kentin ortasında bir kafeye bakarak her şeyin durmasını buyurduğu a an her şey durdu, dondu… Yine bir aşk hikâyesi yarım kalan aşkın tamamlanması bağlamında farklı evlilikler sonucunda yeniden kavuşma sahnesi, ama öyle bir sahne ki; her şeyi geride bırakarak geldim, diyor. Muhatabına sende her şeyi geride bırak, pabuçlarını çıkar ve ateşte yürü diyor. Hakikatin yakıcılığına dayan, der gibi… Musa as gibi pabuçlarını çıkar diyor. Ateşte yürü diyor. Kutsalın yakıcılığını kavra diyor. Bütün bu yaklaşımlar, bize her sıradan insanın olağanüstü bir şeyi yaşayabileceğine dair yaklaşımı öne çıkartıyor. Olağan ile olağanüstülüğünün görünür kılındığı önemli bir öykü…
Daha sonraki öykülerde de benzer bir seyir izlendiğini gözlemliyoruz. Uğultu, Gecenin Sesi, Menzilsiz Yolculuk, Havuz ve Soytarı öykülerinde de artık, hakikatin üstünü örten uğultunun varlığı ve bu uğultuyu oluşturan şey, bu uğultudan kurtulmanın yolu ise gecenin sesini ve dinginliğini dinlemektir. Kişinin kendisine dönüşünü sağlaması, yolculuğun menzilsiz bir yolculuk oluşunun işaret edildiği Menzilsiz Yolculukta ise aşkın dünya ile sınırla olmadığını ölüm sonrasına da göndermeler içerdiğini gözlemleyebiliriz. Bir tren yolculuğundaki aşk öyküsünü menzilsiz yolculuğun zemini kılmış Rasim ağabey, bize aşkın farklı hallerini gösteriyor. Bilindiği üzere Aşkın Diyalektiği kitabında aşk üzerine söylediklerini bu öykü kitabında farklı öyküler üzerinden aşkın farklı boyutlarını gözler önüne sermektedir. Ama bu aşk’ın aşkın boyutunu da dikkate sunarak…
Havuz öyküsünde ise artık yolun sonuna gelindiği ve hesabın açığa çıkacağı vaktin geldiğinin bildirilmesidir. Bu öykü aynı zamanda insanın yapıp ettiklerinin bir havuzda biriktiğini ve yapılan her şeyin insanın karşısına çıkacağını gösteren anlamlı bir öyküdür. Hesap kitabın yapıldığı ve kurtuluş ile cezalandırılmanın birlikte anıldığı bu zeminde yaratılış şemasının da sonuna gelindiğini göstermektedir.
Soytarı öyküsü ise kişinin kendi varlığının anlamını bilmemesi, Yaratıcı Kudreti tanımaması, olması gereken ile olan arasındaki derin farkı kavramaması, kişiyi soytarı yapması bağlamında yeter sebeptir. Şu cümlelere dikkat: “Herkes her şeyi satabilirdi. Onur, haysiyet, hayal, düş, paçavra, aşk, sis, hatta ölüm, ses, sükût… Her şey, her ne varsa ve olmayan her ne ise, hepsi satılıktı. Borazanlar bunu üflüyordu. Sanki sura üflenmekteydi. Eğer bir daha geriye dönebilseydim diye düşündü.” Bu cümleler artık bir sonun geldiğini ve yapılan değerlendirme sonucunda ise soytarı oluşunu perçinlediğini dile getiriyor, öykünün kahramanı, bu mesaj ile aslında öykü yazarının bize kıyamet koptuğu zaman aşka ulaşmayanın soytarı olacağına yönelik mesajı verdiğini anlıyoruz.
Sonuç itibarı ile yaşamın kadın boyutu üzerinden klasik sufi terminolojisinde cemal sıfatının dişil karakterini dikkate alarak eril boyutunun aşk üzerinden meydana gelen gerilimlerin öykü dilinde yaşamın kendi serüveni bağlamında öne çıkarıldığını söylemekte bir mahzur yoktur. Her öyküsünde bu duruma gönderme olacak bir cümle bulmak çok kolay…
Yaratılışın aşk üzere oluşu üzerinden öyküler hep yarım kalmış aşklara yer vermektedir. Kavuşma neredeyse öykülerde yer almazken son öykülerden biri olan Menzilsiz Yolculukta bir kavuşma sahnesi öne çıkmaktadır. Burada da yaşamın aşk üzere boyutunu salt kadın erkek ilişkisi bağlamında ele almaktan imtina ederek Yaratıcı Yaratılış bağlamında da ele alınması gerektiği kanaati oluşmaktadır.
Öykü dilinin sembolik boyutu yanında çok reel bir dili de içerdiğini bu reel dil üzerinden ideal olanın yüklendiğini ve işaretlendiğini de söylemeliyim…
Rabbim bu vesile ile Rasim Özdenören ağabeye rahmet eylesin, geride bıraktıklarına terekesine sahip çıkma şuuru nasip etsin. Cenneti ile mükâfatlandırarak cemali ile şereflendirsin…