İnsanın İnşası

Abdulaziz TANTİK


İnsan, bütün var oluş süreçleri gibi bir oluş sürecidir. Kâinat, anbean yaratıldığı bir oluş sürecine mebnidir. İnsan da bu sürecin hem bir parçası hem de sürecin en önemli karakterlerinden biridir. İnsan müjdelenmiş bir varlıktır. Bu müjdelenmişliği onun beşeri vasfı ile ilgilidir. Beşer dediğimiz insan, müjdeye muhatap olan insandır. Ama bu müjdenin gerçekleşmesinin bir şartı vardır: Kendisine gönderilmiş vahye uygun bir hayatı yaşaması ve ilkelerine iman etmesidir. İman olmadan müjde gerçekleşmiş olmamaktadır. Beşer potansiyel bir insan olarak müjdeye muhatap olan ve umudu taşıyandır. İman ile insan olarak hem müjde gerçekleştirilmiş olur ve hem de umudun gerçekleşmesine zemin olur.

İnsan kendi başına bırakıldığı zaman kendi yolunu bulabilecek bir donanıma haiz olmasına rağmen, yaşamın kendi koşulları ve insanın üzerine yaratıldığı fıtratı çoğu kez doğru yolu bulmasına engel teşkil edebilmektedir. O yüzden kendisine uyarıcı gönderilmektedir. Bu noktada insanın yeryüzü yaşamı ve üzerine bina edilmiş vasatı doğru okumakta yarar var!

İnsanın yeryüzü serüveni ‘bir imtihan sürecidir’. Bu sürece uygun bir donanıma sahip kılınan insan, beşeri vasfını gerçekleştirerek insan olma aşamasına geçiş sağlayabilir bir potansiyele sahiptir. Bu yüzden o fıtraten iyiye ve kötüye meyyal yaratılmıştır. İnsan yeryüzü serüveninde hem iyiye ve hem de kötüye meyyaldir. Bu meyyallik, onun şartlarla boğuşmasına zemin oluşturmaktadır. Yeryüzü ise imtihana tabi bir olguyu taşıyacak özellikte düzenlenmiştir. Yeryüzüne düşüş ile başlayan insanlık macerası, onun peşini bırakmamaktadır. Ancak kendisine uzatılan ‘el’i görüp, gönderilen ‘bilgi’ye istinat ettiği zaman kendi yaratılış amacına matuf bir özellik kesbedecektir.

Yeryüzü insanı aşağıya doğru çeken bir yaşamın öne çıkarıldığı zemine sahiptir. Dünya kavramı da aşağı olmayı içeren bir anlam kümesine işarettir. Ayrıca, insan burada gördüğü ile sınırlı bir anlayışa ve bilgiye sahiptir. Bilgisini ve anlayışını genişletmek ve derinleştirmek için salt kendi aklına istinaden bir derinlik kazanması beklenmemektedir. O yüzden kendisine gönderilmiş din ve elçiye yönelik tepkiselliği onun beşer mi insan mı kalacağı konusunda bir işaret taşımaktadır.

İnsanın zalim ve cahil oluşuna yapılan vurgu; düştüğü zemini tam idrak edememe, bu zeminin varlığının neliğini ve nasıllığını tam olarak anlayamama ve bu konuda olup bitene karşı cehalet gibi bir durumla karşı karşıya kaldığı gibi zannı/ akli melekelerini kullanırken yanlış zemine yaslanacağı içinde zalim olma vasfı kazanacaktır. Çünkü gündelik hayat ve bu hayatı yaşarken onun için verilecek çaba ve sahip olma dürtüsü kişiyi, zulme taşıyan bir karakteri işaret eder. İnsan, kendi istikametini tam olarak bulabilmesi için kendisinin dışında uzatılan bir yardım eline olan ihtiyacı bedihidir. İşte bu ihtiyacı gören ve ona göre yardım gönderen biri Allah/Yaratıcı Kudret devreye girmekte ve insanın müjdelenme vasfını gerçekleştirme imkânı sunmaktadır. Tarih boyunca insan ile var olan vahiy ve peygamber gönderme bu ihtiyaca binaendir.

İlk insan, ilk peygamber ve insanlığın atası olan Âdem (as)ın yeryüzüne düştü… Sonra ilahi yardım talebi ve ona tövbe edeceği kelimeleri göndererek onu müjdelenmiş bir kul olma vasfına taşıyan Allah, onu ilk peygamber yaptığı gibi yeryüzü serüveninde kendisine lazım olacak bilgi/vahyi de göndererek yol göstericiliğini de sunmaktadır. Bunun sebebi ise; Şeytanın insana imtihan gereği musallat oluşu ve insanda mevcut olan nefsin arzu ve isteklerine karşı insanı korumaya alacak bir vasatın gerekliliğidir. Bu temel bilgiler bize insanın kendi başına tam olarak bir istikamet bulma arayışı hüsranla bitebilir olgusunu da izah etmektedir.

Burada şu noktanın altı çizilmelidir: insan, kendi başına iyiye yönelimi gösterebilir. İyi kalma mücadelesi vererek iyi işler yapmaya yeltenebilir. Burada bir sorun yoktur. Çünkü ilk insandan itibaren insana gönderilmiş ilahi bilgiler söz konusu ve insanın aklının rehberliğini yapacak temel ilkeler gönderilmiştir. Daha sonra ortaya çıkan kültür ve inanç kümeleri de bu ilk vahyin temel ilkeleri üzerinden inşa edilmiş düşüncelerin izdüşümlerini taşımaktadır. Kuran bu konuda açık beyanda bulunmaktadır.

Zaten insan, iyi vasfını koruduğu ve açığa çıkardığı sürece bir ilahi inayet üzerinden kulluk ile müşerref kılınmaktadır. İman nasip edilerek onun seçilmiş kullar zümresine girişi sağlanmaktadır. İlahi inayete mazhar olmak, insanın iyi tarafının hayata geçirilmesine ve bu konuda samimi bir niyet taşımasına matuftur.

İlk insan ve ilk peygamberden sonra insanlar yine kendi cehaletlerinin karabataklığına saplanmaktan vazgeçmemişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca, insanlar yoldan çıkmaya, zulüm işlemeye, fesadı yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Buna karşın ise ilahi inayet devreye girmiş ve mazlum insanlara yardım, doğruyu arayanlara istikamet belirlemek için kitap ve peygamber göndermeye devam edilmiştir. Bu da insanın tek dostunun kendisi değil bilakis Yaratıcı Kudret sahibi olan Allah olduğu gerçeğini bize hatırlatmaktadır. İnsan, kendisinin dostu değildir. Yanlışa kapı aralayan duygular kendisinden çıkmaktadır. Zulme kapı aralayan da onun istek ve arzularının karşılanma iradesidir. Bu yüzden insanın dostu kendi Yaratıcısı olan Allah’tır.

Modern dönemlerde başlayan hümanizm felsefesi ile insanın özgürleştirilmesi adına kendi başına var olmaya yönelten yaklaşımlar, insanı yalnızlaştırmaktan öteye gidememiştir. İnsan kendi yalnızlığı içinde boğulurken kendisine uzatılan bir el görememektedir. Çünkü yaratıcısını inkâra yöneltilmiş, kendini beğenmişlik çukuruna düşmüş, her şeye yeterli oluşunu düşünerek yanlış üstüne yanlışa kapı aralamıştır. İşte bu durumdan bir çıkış umudu da bırakmamaktadır.

Yaratılmış bir varlık olmasına rağmen ‘yaratıcı’ gibi davranma çabası onu komik duruma düşürdüğü gibi küçük de düşürmektedir. Çünkü yaratıcı olacağım derken kendisi gibi insan olan diğer insanların haklarını gasbettiği gibi, onlara her türlü zulmü reva görmektedir. İnsana zindan olan bu yaklaşım, onun sonunu getirmektedir. Ama ısrarla insan iyidir, kendi başının çaresine bakar, o özgür bir varlıktır, vesaire üzerinden pohpohlanmakta ve kendi fıtratının dışına savrulmaktadır.

Bu noktada şunun altını çizmeliyiz: insanın istikamet üzere oluşu ile yaşamda karşılıklı rıza üzerinden olumlu yaklaşım geliştirme becerisi çok farklı durumlara işaret eder. Elbetteki insan iyiye meyyal oluşu ile bazı küçük iyilikleri rahatlıkla yapar. Hatta kendi yararına olduğunu hissettiği andan itibaren iyiliklerine devam da edebilir. Ortada bir hukuk varsa, bu hukuka uygun davranabilir. Çünkü hukuku ihlal bir cezaya tekabül edecektir. Doğal olarak hukuku dikkate alır. Ama kötüye meyyal ise tam tersini de yapabilir. Modern dönemde bu iki örneği de bolca görebiliriz.

O yüzden bir istikamet belirlemek, yaratılışı doğru çözümlemek, nasıllığını değil -ki nasıllığı konusunda cüzi bilgiye ulaşılabilir- ne/liğini/denini kavramak insan aklı ve bilgisinin elde ettiği düşünce zemini ile mümkün görünmemektedir. Tarih boyunca insanlar kendi başlarına kaldığı sürece doğru bir karaktere sahip olmasına rağmen gaybe dair temel ilkelere yönelik sahih ve sahici bir bakış geliştirmeleri mümkün değildir. Tarih bunun en büyük kanıtıdır.

Son dönemlerde sık sık karşılaştığımız, ‘bana senin dindarlığın değil insanlığın lazım’ sözünün hakikat bağlamında bir karşılığı bulunmamaktadır. İnsan ve dindar insanı iki ayrı kategori yaparak, insanı yücelten ve dindarı aşağılayan yaklaşım, modern batı felsefesindeki hümanizm yaklaşımının tabii tezahürü olarak görülmelidir. Farkında olunsun veya olunmasın, modern epistemenin boyunduruğuna geçen bir yaklaşımı içermektedir. Bunu müslüman olma vasfına haiz olduğunu düşündüğümüz kişilerin söylemesi ise ayrı bir musibet olarak önümüzde durmaktadır.

Bu bize iki noktayı gösterir:

Bir, din ve vahyin inşa ettiği perspektifi bilmeyen bir aydın müslüman tipolojisi ile karşı karşıya oluşumuzu… Vahyin inşa ettiği bilgi ve varlık düşüncesi yerine modern epistemenin inşa ettiği varlık ve bilgi sistemini eksene alan bir yaklaşımın aydın müslüman tipolojisini esir aldığını bize ispatlar. Bu mukayeseler ise Müslümanların sürekli bir baskı altına alınmasını sağlamaya matuf bir psikolojik savaş olduğunu dahi bilememe durumunu işaret eder ki bu çok acı bir olguyu gösterir. Ayrıca bu psikolojik savaşa gönüllü yazıldığını bilememe halini ifşa eder.

İki, Müslümanların hataları ile yüzleşmelerinin sonucunda savrularak, iman ve din üzerine farklı bir yaklaşıma savrulma ve bu savrulmayı mazur gösterecek bir dindarlık kisvesi altında yapılan günahlara gönderme yaparak farkında olarak veya olmayarak dine yönelik bir şüpheyi genel bir yaklaşıma ve algıya dönüştürme çabalarına önayak olma hali… Gönüllü bir şekilde sekülerliğin inşa edileceği bir zemine el atarak destek sunmadır. Bunu bilerek yapanlar taltif görmekte, bilmeden yapanlar ise sadece övgü ile ödüllendirilmektedirler.

İslam, açık seçik bir şekilde insanın kendi başına bırakılmadığını, yol göstericiliğin vahiy ve nübüvvet üzerinden gerçekleştirildiğini, artık son Kitap Kuran ile kalıcı bir yol göstericiliğin mevcut olduğunu ilan ve beyan eder.  Din bir ahlak vazeder. Bu ahlakı olumlayarak mükâfat verileceğini duyurur. O yüzden insan ancak İslam ile itmama erer. Beşer oluştan insan oluşa yürümeye devam edebilir.