Hakikat Adına Kendini Kandıran İnsanlar…
Sesli Makale Dinle Değerli okurumuz, browser'ınız maalesef ses dosyasını desteklemiyor
Hakikat Adına Kendini Kandıran İnsanlar…
Bir hakikat arayışı olarak insanın yolculuğunun ne olması gerektiği konusunda önemli bir ayrışma söz konusudur. Felsefe, Bilim ve Din ile modern dönemde Sanat bir hakikat arayışının tezahürü olarak kabul görmektedir. Din, bir noktada ilahi din olmaktan çıkarılarak salt bir nesne ve sosyolojik bir olgu olarak görülmekte ve doğal olarak hakikat arayışında küçümseyici bir bakışa muhatap kılınmaktadır.
Hakikatin bilinemezliğine yapılan vurgunun gerçekliği bir tarafa rasyonalistlerin akıl vurgusunun yanında Bilimselcilerin deney ve gözlem üzerinden hakikate ulaşma isteğinin gerçekten bir karşılığının olup olmadığı konusu yeterli düzeyde bir tartışmaya mehaz olamamaktadır. Akıl, hakikat yolculuğunu yaparken neye istinaden yapacağına dair çoğul yaklaşımlar hakikatin farklı tezahürleri olması bakımından bir öneme haiz olsa da hakikat denilen olgunun kendisinden uzak kaldığı veya gizli bıraktığı apaçıktır. O zaman sadece hakikatin yansıması olan yaklaşımların varlığı ile hakikat arasındaki bağın ne olduğuna dair bir yaklaşım geliştirmek ise mümkün görünmemektedir. Filozofların yaklaşımları ve sürekli farklılaşan felsefi yaklaşımlar da bize hakikat için söylenen şeylerin yetersizliğini kendiliğinden göstermektedir.
Akla yapılan vurgu, vurgunun çoğul karakteri ve aklın bilme yetisinin imkânsızlığını konu edinen bir bakışın hakikat üzerine bir şeyler söyleme imtiyazını kaybettiği bedihidir. Öncelikle akıl üzerine ortak bir tanım söz konusu olsa ve o aklın ürettiği bilginin kesinlik kazandığı üzerine ortak bir yaklaşım geliştirilebilinirse o zaman hakikat adına söylenen şeyleri dikkate alma ihtimali olabilir. Hakikat indirgenemez olandır. İndirgenmiş bir hakikat ise sadece bir yansıma olarak kalır, ama bu yansımanın hakikat ile bağıntısı her zaman eleştiriye açık bir yapı arz eder. Akıl, indirgeyerek bilinemeyenlere yönelik bir yaklaşım geliştirme çabasına sahiptir. Ama unutulmaması gereken şey hakikat ile Tanrı/Yaratıcı arasındaki doğal korelâsyondur.
Bilim ise hakikatin somut düzeyde tezahür edilen boyutuna yönelik nasıl olduğuna dair bir bakış geliştirme arayışıdır. Bilim ve hakikat arasındaki ilişkinin aklın hakikate dair yetersizliğinin işareti olarak öne çıktığı bilinmektedir. Hakikati gerçek ile değişime uğratarak yaratılış, oluş ve varlık skalasında varlıkta karar kılarak en uzak noktada hakikatin sadece niceliğini öğrenme azmini taşır ki o da yine kendi iç mantığı ve yapılan şeyin hem zaman ve maddi sayısal ve niceliksel olarak sınırlı bir deneyime tabi olması kesinliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu tıpkı insanın sadece bir uzvu üzerinden tanımlanması gibidir. Bilim dediğimiz şey sınırlı bir zeminde ve zamanda olup bitenin nasıl olup bittiği konusunda bir fikir elde etme imkânını sunar. Onun niteliğine dair ve hakikatine dair bir görüş sunamaz! Bilim felsefesi ise zaten bu sınırlı bir zeminden bütünlüğe dair bir yaklaşım geliştirme çabasıdır ki bu da tarih boyunca yetersizliğini ispat etmiştir.
Bilim ve felsefenin dine yönelttikleri itirazın temelinde ise inzal edilmiş bilgi olarak vahyin ispatının mümkün olmadığınadır. Ama zaten bilinen temel bir gerçeklik olarak akıl ve bilimin ürettiği bilginin de kesinlik arz eden bir boyuta sahip olmadığı açıktır. İster matematik, ister mantık veya başka bir yol ve yöntem izlensin, kendi içinde çoğul yapıyı aşmaya takat gösterememektedir. Belirli bir teorik çerçeve olmazsa olmaz olmasına rağmen, bu teorik çerçeveyi ise apaçık bilgi diye retorikleştirerek kesinlik arayışında bulunmaktadırlar. Bu kesinlik arayışının bir karşılığı bulunmamaktadır. Daha önemlisi de ister akli veya ister bilimsel bir bilginin bizatihi kişi nezdindeki yeri bir kesinlik arayışına tekabül eder mi veya bu kesinliği aşmak için inanç mı devreye girmektedir? Buradaki inanç iman etmekten farklı bir tezahürdür. Yani o bilgi ile süreç boyunca uğraşan kişinin bile kalbi mutmain bir şekilde kesinleyeceği bir bilgi olmaktan çok yapılan şeyin yöntem ve sürecin doğru işletilmesi bakımından kabulü ile doğru görülmesi gerekir.
Din ise, öncelikle sosyolojinin bir olgusu değildir. O dinin sosyal bir sisteme dönüşmesi, toplumsallaşarak varlık kazandığı bir sosyal yapı içinde kısmi bir anlama sahiptir. Din denildiğinde Allah’ın bizatihi seçtiği bir ‘kul’/elçi üzerinden insanlığa gönderdiği hakikatler bütünüdür. Buradaki hakikatlerin bir kısmı sosyolojik zemine dayalı, bir kısmı metafizik zemine dayalı, bir kısmı ahlaki zemine dayalı, bir kısmı hukuki çerçeve çizer ve bir kısmı ise bizatihi Allah hakkında doğru bir bakış sunması açısından isim ve sıfatlardan söz eder.
Din, hakikat ile ilişkisini hakikatin kendisi üzerinden kurar. Allah mutlak hakikatin kendisidir. Hakikat, ulûhiyetin ve rububiyetin açık bir şekilde yaratılan varlıkla ilişkisinin niteliğini belirgin kılar. Burada Allah’ın Zat olarak varlığı ve hakikatin kuşatılamazlığı apaçık ortada iken, bu alanda söylenen her söz sadece Allah’ın göndermiş olduğu bilgi ile sınırlı kalmalıdır. Beşeri yorumun devreye girdiği alanda ise o hakikat artık bir indirgeme ile karşı karşıya kalarak beşeri düzleme işaret eder. Bu hakikatin tezahürü olarak kabulünü sağlar.
Felsefe ve Bilimin kişi nezdinde bir mutmainlik üretemediği belirgin iken, din ve dinin bildirdiği bilgi müminde mutmainlik inşa eder. Mümin Allah’ın varlığı, birliği ve gönderdiği vahye karşı mutmain bir kalp ile yaklaşır. Orada kendi tecrübesine şahitlik eder. Bazen başkaları da bu tecrübeye şahit olur. Bu yüzden vahiy/ilim olarak tavsif edilmektedir. İnsan, ancak ilim ile Allah’a yakınlık kazanır. Ama felsefe ve bilim üzerinden bir yakınlık kesbetmesi mümkün olmadığı gibi onu inkâra taşıdığı da tarihsel bir gerçekliğe sahiptir. Felsefe ve bilim merkeze insanı alır, insanın mutlaklaştırıldığı bir zeminde ise mutlaklığın kendisi yok olmaktadır. Çünkü milyarlarca insan söz konusu, o da olmazsa bile insanların ürettiği bakışların da yüzlerle ifade edilmesi mümkündür. Bu kadar farklı yaklaşımların öne çıkarıldığı bir zeminde bir kesinlik arayışı mümkün değildir. Ama din öyle değildir. Her ne kadar kendilerini ikna kabilinde söyledikleri ‘ama dindarlar hiçbir dönemde birlik oluşturmamışlar’ yalanına sığınsalar da onun bir gerçekliği yoktur. Sadece namaz meselesini ele alalım, bir buçuk milyar müslüman ayrıntılar hariç namazı aynı şekil ve biçim üzere kılarlar. Abdestleri, temizlik algıları, kılma biçimleri, kıyam, rükû ve sücutları aynı biçimi gösterir. Ayrıntılar ise zaten insani zemine bırakılmış ve kişi ile Allah arasındaki ilerleyişi belirlemede insani boyutun öne çıkarıldığı bir zemine işaret eder.
Ezcümle, din, hakikat ile doğrudan bir ilişki kurarken, kulun/insanın hakikat ile bağıntısının sağlıklı ve doğru bir zeminde kurulmasını bahşeder. Hakikatin kendi içyapısı gereği birden fazla yapıya sahip oluşu, vahyin çerçevesini çizdiği zemine dikkat kesilerek doğru bir bakış geliştirmenin imkânlarını insana sunar. Böylece dini düşünce içinde kelam, fıkıh, ahlak ve düşünce sistematiği geliştirmekte mümkün hale gelmektedir.
Bugün anlamın yittiği, ahlakın çürüdüğü bir zeminde dinin tekrar insanın yeniden dirilişini sağlaması temel bir şart olduğunu açıkça göstermektedir. Modern felsefe ve bilim insan sonrasını tartışırken, insanın geride kaldığı bir zamana ve zemine gönderme yapılırken, din, yeniden insana dönüşün imkânlarını sunar. Bu insan ise kul olduğunu idrak ederek kendi özgürlük alanını inşa ederek bu beladan kurtulabilecektir. Kul, iman üzere özgürlük sunarken, nefse ve şeytana kul olmak ise kölelik olarak tezahür eder. Modern düşünce tersini inşa etmeye çalışır. İnsan kendi tercihini kendisi yapmalıdır.
Abdulaziz Tantik