Doğru ve Yalanın Toplumsallığa Etkisi…

Abdulaziz TANTİK

Doğru ve Yanlış insan hayatında temel bir etkiye sahiptir. İnsan, hem kendine karşı yaşayacağı özgüven sorununda hem de başkaları ile olan ilişkilerindeki özgüvene sahip olabilmek için gereken en büyük destek yapıp ettikleri ile söyledikleri arasındaki orantıdır. Eğer yaptığı ve söylediği arasında bir orantı doğruyu gösteriyorsa, bu kişi hem özgüven sahibi ve hem de ilişkilerinde bir özgüven inşa ederek güvenilir kategorisine haiz olur. Ama aynı kişi, söyledikleri ile yaptıkları arasında bir orantısızlık üretiyorsa, önce kendisi ile barışıklığını yitirir, sonra kendine olan güvenini yitirdiği için başka şeylerden destek almaya çalışır. Bu desteği sağlamaya şiddet üretimi de dâhildir. Yalan, hem kişinin özgüvenini zedeler ve hem de kendisine yönelik bir özgüven sorunu üretir.

Doğru olmanın kendi iç katmanları söz konusudur. Burada dikkatimizi çeken temel şey; doğrunun, ileri sürülen şey ile o şeyin kendi otantik doğası arasındaki tekabuliyettir. Bir şeyi söylerken muhataba söylenen şeyi tam olarak aktarmaya yönelik bir betimleme olarak önümüze çıkar doğruluk. Ama doğru olmanın metafizik bir karşılığı da söz konusudur. Örneğin; Allah’ın yaratıcı olduğu tezinin doğruluğuna inanmak, bir inanç ve iman ilkesidir. Akli yetiler ile bir şeyin kendi başına var olmadığını gözlemleyerek onu doğrulama imkânımız vardır. Vahiy zaten bize bu bilgiyi sunacaktır. Burada ister akli muhakemenin sonucunu ister vahyin verdiği bilgiyi kanıt olarak düşünelim; her ikisi de aynı şekilde inanca taalluk eder. Yani vahyin Allah tarafından gönderildiğine inanmadan, içeriğinin doğru bilgi sunduğunu kabul etmenin bir karşılığı olmayacaktır. Aynı akli muhakeme içinde geçerlidir. Yürütülen akli muhakemenin bize doğruyu verdiğine olan inanç bu muhakemenin doğru oluşuna işaret edecektir.

Doğrunun birden fazla anlam katmanı olduğunu belirtmiştik; bunlardan biri de hakikat anlamında doğru olandır. Hakikat bizatihi kendiliğinden doğru olandır. Hakikatin doğru oluşu aynı zamanda insana hem doğruyu ve hem gerçeği işaret ettiği gibi insanın istikametini de tayin eder bir pozisyonu da işaret eder. İnsan hakikat üzere kendini güvenli bir zeminde inşa edebilir.

İnsan, oluşa tabi bir varlıktır. Doğru ve yanlış onun kurucu unsurları olarak öne çıkmaktadır. Doğru inşa sürecinde insanı sürekli daha olumluya doğru taşır. Yalan ise insanı olumsuz bir duygusal zeminde hapsederek kendisine olan güvenini kaybettirir. Bu durum doğrunun hakikat bağlamındaki anlam katmanı ile insan arasındaki bağı göstermesi açısından temel bir gösterendir.

‘Peygamberin peygamber oluşunu diğer insanlara kanıtlayan şey nedir’ sorusu anlamlı ve önemli bir işleve sahiptir. Peygamberin kırk yıl boyunca içinde yaşadığı insanlar ile ilişkilerinde verdiği güvendir. Güven, bir şeyi ikna etmede en temel konumu ihtiva eder. Güven aynı zamanda bir inancın kabulünü de sağlayan özelliği sunar insanoğluna…

Güven, toplumsallığın harcıdır. Güveni zedelenen toplum kaotik bir zemine düşer. İçindeki ahengi yitirir ve çatışma baş gösterir. Bunun insan tarihi boyunca örnekleri her zaman görülebilinmektedir. Son peygamberin güven ilişkisi, kendisine iman edenlerin varlığı, iman edenlerin her şeylerini geride bırakarak onunla Medine’ye yürümesi, Medineli Ensar’ın iman etmesi, kendilerine muhacir olarak gelenlere evlerini, aşlarını sunmaları, kardeş olarak kabulü de bu güvenin varlığının teminatındandır. On üç yıllık Medine hayatında peygambere duyulan güven ile Müslümanlar birçok sorunu aşma gücünü elde etmişlerdir. Kendilerine karşı geliştirilen savaşlarda da bu güven sayesinde ayakta durmuşlardır. Bu güven, Allah ile peygamberi, peygamber ile ümmeti ve ümmetin kendi içinde neşvünema bulduğunda oluşan toplumsallığın hikâyesini anlatır.

Fiziğin kendine has yasaları da birer doğruyu işaret eder. Gerçekleşmekte olan şeyin nasıl gerçekleştiğine dair tecrübelerimiz bize o konudaki doğruyu işaret eder. Ama bu doğrunun diğer doğruları kuşatma gibi bir misyonu olmadığını bilerek bu doğruyu görmemiz gerekir. Hakikat ise kendi doğruluğu içinde diğer doğrularında kuşatıcılığını işaret ederek, onları doğru bir zeminde doğruya sahip kılar. Bir şeyin niçin olduğunun doğruluğu ile nasıl olduğunun doğruluğu doğru olma bakımından doğru, ama doğruluk katmanı bakımından alt üst meselesini gündeme taşır. Niçin oluşu, nasıl oluşunu kapsayan bir doğruluk işaret eder.

Olay, olgu ve durumların da kendi olma zeminleri açısından tanık olmayan birine aktarırken doğru bir şekilde aktarılması da bir doğruluk eylemidir. Ama buradaki doğruluk, haberin çarpıtılmadan ve eksiksiz bir şekilde sunulmasıdır. Olanı olduğu gibi aktarmak ve yanlış anlamaya mahal bırakmamak şarttır. Buradaki doğruluğunda toplumsal güvenin inşasında temel bir bakışı işaret ettiğini söylemeliyiz. Fitne, toplumsal ve bireysel olayları, olguları, durumları çarpıtarak anlatmak ve aktarmaktır. Bu da toplumsal barışı ve güveni zedeler ve insanların birbirine karşı bir mesafe ve süreç itibarı ile de bir yabancılaşmayı sağlar.

Bu noktada yalanın da birden fazla anlam katmanı söz konusudur. Birden fazla katmana sahip olan yalanın her türünün bir güvensizliği beslediği ve yabancılaşmayı derinleştirdiği bedihidir. Din ve iman konusunda söylenen yalanların, yanlış inançlara doğru olma muamelesi yapmanın hem kişinin kendisinde bir güvensizlik ve yabancılaşma, hem de başkalarının nezdinde bir güvensizlik ve yabancılaşma üreterek kaotik bir zeminin varlığını kesinler. Fesat ise her türlü olay, olgu ve durumlarda doğru bir şeyi yalan ile değiştirerek onu sunmaktır ki bu da toplumsal yapının zeminini berhava etmekle eş değer bir sonuç üretir.

Yalanın en büyüğü ise mutlak hakikati inkâr etmektir. Allah’ı inkâr en büyük yalandır. Peygamberliği inkâr, vahyi inkâr, Allah’ı inkârın doğal sonucu oluşan yalanlamalardır. Ve bu yalanlamalar diğer yalanların üretimini kolaylaştıran ve onlara meşruiyet zemini sunan bir katkı sunar. Yalanı bir kez söyleyen kişi, yalana bulaşarak devam ettiğinde ise artık kendisini yalan söylemekten alıkoyamaz!

Ayrıca doğrunun ve yalanın hem kişisel psikoloji bağlamında hem de toplumsal psikoloji bağlamında da ciddi etkiler ürettiği tartışma dışıdır. Bu alanda yazılan metinlere bakıldığı zaman bu rahatlıkla görülür. Güvensizlik, şüphe, tereddüt gibi temel konular, hep yalanın açığa çıktığı zeminde görülür ve hem kişisel psikolojide hem de toplumsal psikolojide ciddi yaralar ve travmalar üretir. Eğer bu konuda bir düzeltilme, ıslah etme ve doğruya yönelme gerçekleşmezse, başka arayışlar devreye girer. İşte otoriterlik ve şiddet sarmalı bu zeminde boy gösterir.

Bir insanın kesinlik iddiası da bir güvensizlikten beslenir. Eğer bu kesinlik makul bir zemine sahip değilse bir güvensizliğe delalet ettiği aşikâr olur. İşte bu kesinlik arayışı, otoriterliği dayatır. Otoritenin kendi tabiatı içinde olumsal bir boyutu taşıdığı bilinir. Ama şüphe ve güvensizlik üzerinden kesinliği aramanın sonucu oluşan otorite ise sorunlu ve ilişkilerde zorlayıcı bir durumu inşa eder. İşte bu olgusal durum şiddete davetiyedir. Şiddet, güvenin yokluğunu gidermeye matuf olarak toplumsal bütünlüğü sağlama almaya yönelik bir stratejik tercih olarak öne çıkmaktadır.

Modern dönemin modern epistemesi/bilgi sistematiği kurgusallık ve tasarım yapma üzerine dayalı olduğu için her şeyi doğru görme imkânı kazanmaktadır. İşte bu noktada batıda meydana gelen faşizm düşüncesinin, son dönemde meydana gelen ırkçı yükselişler, din düşmanlığı gibi temaların dayandığı temel de görülmektedir. Doğru ve yalanın anlam katmanları da daraltılmakta ve doğasını değişime zorlamaktadır. Dolayısıyla olay, olgu ve durumlar üzerine ileri sürülen fikirleri bir tasarım olarak yeniden tasarımlamak olarak sunduğunuzda doğru ve yalan ortadan kalkmaktadır. Ama doğru ve yalan insanın en temel vasfı olarak onun doğasının temelini işaret eder. İlişkilerin değiştirilmesindeki bu yeni durumu kavramadan oluşan yeni sosyalliği anlamak imkânsızlaşır. Bu sosyalitenin niteliğinin ve niceliğinin belirlenmesinde tasarımın etkisini yeniden düşünmek ve insanın her türlü yabancılaşmasının temelinde yatan gerçekliği/doğruluğu görerek düzeltme/ıslah etme çabalarını ortaya koymak elzem hale gelmiştir.

Bu çerçeve içinde yaşadığımız seçim sürecini yeniden düşünelim…

Güven sorununu oluşturan ve güveni inşa eden olguyu derinden idrak etmekte yarar var. Birinin güven vermesi ile diğerinin güven inşa edememesi, verilen en büyük sözlere rağmen, gereken olumlu etkiyi oluşturamamasının nedeni de açıklanır hale gelir. Daha önce yayınlanmış bir makalemde (Hibrit Sosyolojisi) dile getirdiğim durum daha iyi anlaşılır hale gelir.

Güven, toplumsallığın aslıdır. Güven, insanın temelidir. Sağlam insan sağlam bir toplumsallığın varlık sebebidir. Yalanı hayatımızdan çıkaralım ve hem kendi iç güvenimizi ve hem de toplumsal güveni inşa edelim… Doğru ve doğruya yönelik ilgimiz hep bir süreklilik ile taçlansın…

Güven, modernleşmenin ürettiği dünya görüşünde sahip olduğun emtia, mülk ve makamlara tekabül eder. Müslüman açısından güven ise Allah’ın varlığı ve insana yüklediği sorumluluğun insan tarafından yerine getirilebilir pozisyonu ve ilahi inayetin anbean insana yönelik akışıdır.