DOĞRU SORULAR DOĞRU CEVAPLAR…

Abdulaziz TANTİK

  Sesli Makale Dinle
Değerli okurumuz, browser'ınız maalesef ses dosyasını desteklemiyor
İnsanlık, yanlış sorular eşliğinde kendinden uzaklaşarak yabancılaşmanın doruğuna ulaşmıştır. Doğa, Tanrı, Din ve Akıl üzerine sorulan sorular ve verilen cevaplar ile bugünü oluşturan kültürü inşa eden düşünce, görüldüğü üzere yabancılaşmayı en üst zemine taşıma konusunda önemli bir eşiği aşmıştır. İleri sürülen insan hakları, demokrasi, özgürlük ve eşitlik kavramlarının bugün geldiği noktada hümanizm denilen bakışın bile geri kaldığı bir zemine yaslandı. Yapay Zekâ ve gelişimi üzerine yapılan tartışmalar, Trans Hümanizm, Post Hümanizm tartışmaları, yanlış sorulara devam edildiğini ve bu yanlış soruların sonucunda elde edilen cevapların insanı geride bırakan bir yaşama doğru sürüklendiğini göstermektedir. Doğayı, salt kendi başına ele alarak onun neliği meselesini ele alan soru ve cevaplar, Tanrıyı geride bırakmanın bir zaferi ile kendi cevaplarını kendi ürettikleri yöntemler üzerinden cevaplayarak doğa üzerine tahakküm kurmayı, aslında kendi üzerlerine kurulan tahakküm ile aynı değere haiz olduğunu ise idrak edemediler. Bu yüzden gelinen bu noktada ilk aydınlanma felsefesi ve filozofları direk olarak sorumludurlar.

Modern düşünce ve türevlerinin kullandığı her kavram, doğası gereği ne olduğu tam olarak bilinemeyecek olan şeyleri kurgusal bir zeminde ve yapay olarak tanımlayarak onu kendi doğasının dışında konumlandırması yanlışın başlangıcını oluşturmaktadır. ‘Olan’ ile sınırlı bir bilişim süreci ve bu bilişim sürecine bina edilmiş düşünce ve felsefe insanı kendisinden uzaklaştırdığı gibi doğa ve insan arasındaki o illiyet bağını da dışarıda tutarak yanlış ilişkilerin ağını mutlaklaştırmıştır. Bu meselenin açığa çıkarılması ise neredeyse imkânsıza yakındır. Batı modernleşmesi içinde bu sorunlara yönelik geliştirilen eleştirilerin aynı yöntemi kullanarak varlık kazanması, yanlışı olumlayarak varlığını sürdürmesine neden olmaktadır. Yeni arayışların varlığı gözlenmektedir. Bu arayışların ise modern düşüncenin bilişsel zeminini yok saymadan yürümeye çalışması ise sorunu çözüme kavuşturmada zaaflar taşımaktadır. Düğmeyi baştan yanlış ilikleyen sonunu da yanlış getirir… Bu ilke bugün geçerliliğini sürdürmektedir.

İslam’a nispet edilen düşünce ve onun müntesipleri, düşüncenin doğal haline dönüşmesi, doğru sorular sorulmasını sağlaması ve doğru cevaplara ulaşılmasını sağlayarak bu yabancılaşmayı ortadan kaldıran bir beklentiyi karşılayamadılar. Bunun temel sebepleri arasında ise Modern düşüncenin ürettiği kalıplar, siyasi, kültürel ve iktisadı cazibesi karşısında duyulan aşağılık kompleksi ve bunun sağlayacağı kişisel avantajlar olmuştur.

Her düşünme kalıbı, belirli ön varsayımlar ile varlık kazanır. İşte yabancılaşma bu ön varsayımlar üzerinden başladı. Din ve Din’e ait her kavramın bilinemez oluşuna yapılan gönderme ile tamamen düşünce evreninin dışına itilmesi, doğal olarak yanlış sorulara ve yanlış cevaplara kapı aralamaktadır. Müslümanlar, son iki yüz yıldır ortaya çıkartılmış aydınlanma ideolojisinin etkisi altında İslam’ı yeniden anlama çabalarına yönelmiştir. İşte bu noktada başlayan yabancılaşma ve uzaklaşma, ortaya konulan her çabayı yanlışa kapı aralayan bir olguya dönüştürmektedir. Osmanlı aydınlanması ve diğer müslüman ülkelerin aydınlanma ile kurdukları ilişki sorunlu bir ilişki olarak bugün apaçık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İşin içinde hainlik söz konusu olabilir. Birileri de bu ihaneti yapmak için belirli bir ücret veya makam, mevki de elde etmiş olabilir. Ama durum daha ötede bir olguyu işaret etmektedir.

Mesele şahıslar değil, şahısların dini anlamada yeni bir yönteme yönelmeleri ve bu yöntem üzerinden müslüman halkın süreç içerisinde modern yaşamı benimseyerek İslam düşüncesi ve yaşamının süreç içerisinde yitip gitmesidir. Son iki yüz yılda olup biten şey budur. Mesele kişilerden öte bir düşünme yöntemleri ve bunun getirdiği sonuçlar. Yoksa her âlim, entelektüel ve aydın kötü niyetli vs diye değil bugünde bakınca olup biteni doğru anlamak açısından bir değerlendirme…

Soru/n, her kavramın kendi doğasını doğru bir zeminde soruya dönüştürmek ve yine doğru bir zeminde ona doğru bir cevap arama çabasına sahip olmak ile çözümlenebilir olandır. Temel çıkış sorusu: müslüman olmanın doğası nedir? Müslüman olmanın doğası sorusu beraberinde Din’in doğasının neliği meselesini de getirecektir. Din dediğimizde nübüvvet meselesi olmazsa olmazımız olarak orada duracaktır. Ve bu sorulara cevap verirken hangi düşünme melekesini ve yöntemini kullandığımızda o kadar önemli ve bir gerekliliği işaret eder. Modern dönemde bu sorulara verilen cevapların bizi getirdiği nokta ortada… O zaman başka bir cevap yöntemi bulmalıyız. Aslında o orada durmakta ve biz sadece oradan uzaklaşmışız. İlk İslam indiği andan itibaren zaten bu cevaplar vahiy tarafından verilmiştir. İman, bu verili cevaplara idi. O zaman iman edenler dünya tarihini yazdı. Dünya bu şekilde adalet ve barış iklimine kavuştu. Bugün ise tam bir karmaşa, kaos ve zulüm kol gezmektedir. ‘Gazze’ hala orada durmaktadır.

İkinci soru: müslüman doğasını doğru bir şekilde öğrenmek için başvuru kaynağı nedir? Bu başvuru kaynağı imanımızın bize sunduğu şeyin kendisidir. Allah her şeyi bilmektedir. Bizim yaptığımız her şeyden haberdar ve bilgisine sahiptir. O her şeyin bilgisine sahiptir. Din, ilahi bilginin vahiy olarak insana sunulmasının diğer adıdır. Peygamber, bu dini alan ve onun neliğini açıklayan bir ‘seçilmiş kişidir’. Modern dünya bu noktalara yorum yaparak onu asli hüviyetinden uzaklaştırmıştır. Müslümanlar, bu soruların cevaplarını kendi kaynaklarından elde etmeleri gerekirken, tasalluta uğradıkları yabancılaştırmaya yarayan biliş süreçleri üzerinden dini yeniden yorumlama çabalarına girdiler ve bugünün mimarları oldular. Sonuç büyük bir hüsran…

Üçüncü soru ise: beşer aklı dinin doğasını akli veriler üzerinden öğrendiği zaman bir tahrifat yapıyor mu? Beşer aklını aşkın/ulûhiyet ile bağını kopartarak verilecek her cevap bir tahrifi içermektedir. Şeytan bu ilk tahrifi yapmıştır. Bugün şeytanın tavrını benimsemiş bir bilişsel sürece sahip olarak aynı izi sürdürmenin ceremesini çekmekteyiz. O sırtını döndü ve kibirlendi, onu kovduk ve düşman olarak indirdik, indirme, bütün özelliklerini kaybetme ile eşdeğer bir olgudur. İnsan, dine, Tanrıya ve ulûhiyete dair her şeye sırtını dönmüştür ve kibirlenerek büyüklük taslamaya başlamıştır. İşte düşmanlığın temel sebebi, aşağılık bir konumun süreklileştirilmesinin nedeni de budur.

Önümüze sürülen bilgi ve yöntemleri doğru bir değerlendirmeye tabi kılmak için değişmez ve sabit olanı bildiren kaynağı doğru tespit ederek başlamayız. Müslüman vahyi ve nübüvveti kendi tamlığı içinde öğrenmeli, sabit olanı buradan öğrenmeli ve böylece değişken olana yönelik doğru bir bakış açısı için sabit olanı eksene alarak yaklaşmalıdır.

Müslümanca Tutum ise bilgiye açık olmak, farklı değerlendirme yöntemlerini müslüman doğası üzerinden değerlendirmesini yapmaktır. Mutlakçılık yapmadan mutlak olana yönelik arayışını sürdürmelidir. Sabitesi olmayan her düşünce zaman içinde değişime uğrayarak kaybolmaya mahkûm olacaktır. Modern düşünce ve türevlerinin ürettiği bilişsel süreçlerden uzaklaşmadan kendi asli doğasına dönmesi müslüman için zorlaşacaktır. Kendi kaynakları ile doğru bir buluşma içinde modern düşüncenin kurgusal zemininden kurtulması elzemdir.