Din, İslam, İslam Düşüncesi Gibi Kavramların Doğru Kavramsallaştırılması…
Din, İslam, İslam Düşüncesi Gibi Kavramların Doğru Kavramsallaştırılması
Çokça kullanılan kavramların içerik olarak belirli bir bakış üzerinden olmasına rağmen, sanki tek anlam bu imiş gibi bir tavır üzerinden genelleştirilerek kullanılırken, doğru ve yanlış yer değiştirdiği halde hakikat arayışı olarak öne sürülmektedir. Hâlbuki bir kavramı kullanırken onu kendisini tarif ettiği biçimi ile kabul etmenin zorunlu bir ilke olduğu her aklı başında düşünen insanın sahip olacağı temel ilkedir. Bu ilkeye göre bir kavramı, farklı düşünce zeminlerinde farklı anlamlarını dikkate alarak onu belirgin kılarak kullanmayı öğrenmeliyiz ki hakikat zedelenmesin…
Örneğin; din kavramı, bu kavramı sosyolojik bir nesne olarak kullanabilirsiniz. Modern düşünce bunu religion olarak tanımlayarak onu sosyolojinin bir nesnesi olarak kullanmakta bir beis görmemektedir. Bu da bize modern düşünce ile din kavramı arasındaki derin yarılmayı göstermektedir. Dinin indirgenerek sadece onun dışsallaşması üzerine konuşmanın din üzerine konuştuğu anlamına geleceğini söylemek bizatihi dinin doğasının kendisine aykırı düşmektedir. Din, aşkınlığı taşıdığı gibi kendisine tam bir teslimiyeti de içermektedir. Din, hem aşkın ve hem teslimiyet ister. Bu temel yaklaşımı görmeden müntesibinin yaptığı hatayı dine atfederek dini anlamlandırmak ve yargılamak ise başlı başına bir öznellik ve görelilik taşır.
Dini konuşacaksak, dinin kendisini nasıl anlattığını dikkate almalıyız. Din sahip olduğu bilgi çeşidi ile zaten anlamlı bir farka işaret etmektedir. Yani din kendisini bizatihi kendisi anlatmaktadır. Sadece anlatmak ile yetinmemekte, ayrıca anlatılanın uygulamada bir örneklik üzerinden somutlanmasını da kendi uhdesinde tutmaktadır. Nübüvvet bunu göstermektedir. Yani bir şeyin din olması, vahye istinat etmesi gerektiği gibi uygulamada da nebevi örnekliğe sahip olmalıdır ki buna din diyebilelim…
Bu sadece din meselesinde değil, felsefe, sosyoloji veya benzer kavramların da kullanılmasını bizatihi kendi kaynaklarından aktarıldıkları biçimi ile anlamaya çalışmalıyız. Yani doğru bir anlam, ancak o kavramın inşa edildiği düşünce zemininde kazandığı anlam ile tanımlandığı zaman bize verili olacaktır. Ama modern düşüncenin epistemik yapısında oluşan yorum karakteri, her şeyi yeniden anlamlandırmaya ve onu kendi tabiatının dışında yeniden yorumlayarak/yargılayarak yeni bir anlama taşıdığını zannetmektedir. Örneğin; felsefi sistemin kendi sistematiği için özel bir alanla sınırlı olduğu kabul edilir. Ancak bu özel felsefi sistem üzerinden elde edilmiş bilgi ve yorum üzerinden her düşünce sistematiğini kendi sistematiği dışında tutarak yorumlama hakkını kendinde gösterme çabasına sahip felsefeciler görmekteyiz. Normalde akıl genel ve boş bir küp gibi algılansa da unutularak bu durum, bütün akletme biçimlerini felsefi akletmeye mahkûm kılma arayışları görülmektedir. Bu da doğru ve yanlışın neliği kadar, hakikatin varlığını da tehlikeye atmaktadır.
Benzer bir hata da İslam ve İslam düşüncesi terkibi bağlamında ortaya konmaktadır. İslam ile İslam düşüncesi arasındaki derin ayrımı kavramadan İslam hakkında ortaya sahih bir bilgi ortaya konulması beşeri bilginin dâhil olduğu bir zemin olacağı için imkânsızdır. İslam, ilahi vahyin indirilmesi ve nebevi örnekliğin inşası üzerinden anlamlandırılabilir. Ama İslam düşüncesi bu iki kaynağın akıl üzerinden ilerletilerek yeni durumlara uygun içtihadi yoruma ulaşma çabasını göstermektedir. Yani İslam birincil kaynak iken, İslam düşüncesi ikincil bir kaynak durumunu işaret eder. Bu yüzden tefsir faaliyetleri, kelam tartışmaları, fıkıh çalışmaları bu düzeyde ele alınmalıdır. Çoğulcu karakteri de bu zemine istinaden verilmektedir. İnsanın devreye girdiği her alanda bir çoğulculuk zorunludur. Bu insanın bilgi ile ilişkisinde kurduğu zeminin gri olmasıyla ilişkisi bağlamından dolayıdır.
Dolayısıyla Müslümanların yaptığı hatalar yüzünden ki bu hataları özellikle de din açık bir zeminde işaret etmişse bunun dine mal edilmesinin ahlaki bir zemini yoktur. Yani herhangi bir partinin müntesiplerinin din ile ilişkisinin zemini üzerinden dine yönelik bir eleştirel tutum almak, hiçbir şeyi bilmemek veya bilerek bir şeyi çarpıtmayı içermektedir.
Bir eleştiri de dini bir tarafa bırakarak düşünmeye davet edilmenin makulleştirilmesi ve meşrulaştırılmasına yönelik olmalıdır. Din bir tarafa bırakılamaz, bırakıldığı zaman dinin dışında kalacağın için sorunlu bir zemine yaslanmış olursun. Searle’nin dediği gibi insan, daha en küçük bir şeyi bile tam olarak algımakta yeterlilik gösterememektedir. Örneğin, insan, neye yönelirse ona bir işlev yüklemektedir. Ve bu işlevi kendi tutumu, beklentisi ve içinde yaşadığı kültürü tarafından belirginleşmektedir. O yüzden bu işlevsellik her an ve zamanda göreli olur. Yani din dışında insanın görelilikten kurtulması imkânsız bir durum olarak ortada durmakta iken dini bir tarafa bırakmak pek makul ve ahlaki bir istek gibi gelmiyor bana…
Ed Din/İslam sosyolojinin söylediği gibi birden fazla değildir. Tektir ve biriciktir. Bütün toplumlarda aynı ilkeleri uygulamakta bir beis görmemekte uygulamada istisnai hükümler ayrışsa bile bu azınlıkta kalmaktadır. İnançta ise tam bir birlik söz konusudur. Yani Âdem as’dan Muhammed as’a kadar gelen bütün peygamberler aynı iman umdelerine sahiptir. Bu yeter sebeptir dinin tekliğine…
Sosyolojinin din tanımına göre ise elbette ki eleştiri yapılabilir. Ama bu eleştirinin sadece var olanla ilişkili bir gerçekliği işaret etmekten başka bir karşılığı olmayacaktır. Yani hakikati gerçekliğe indirgerseniz bir anlamı olacaktır bu bakışın… Hâlbuki gerçeklik sadece hakikatin en alt basamağı ve sadece olgusal bir doğruluğa sahiptir. Hepsi o kadar…
O yüzden kullandığımız her kavramın kendi alanındaki geçerliliğini dikkate alarak kullanmayı öncelemeliyiz. Din söz konusu olduğu zaman onu indirgeyerek kullanmak doğru olmayacağı için verilen anlamı izhar ederek, sosyolojinin bir nesnesi olan ideolojik bir bakış olarak betimlendiği açıkça belirtilmeli ki yanlışa mahal bırakılmasın…
Sonuç itibarı ile eğer sosyolojik bir gerçekliğe bakılacaksa, bu modernliğin sosyolojik gerçekliğinin de eleştiri konusu yapılmasını elzem kılacaktır. İki dünya savaşının günah yükü kadar, insanlığı yok etmenin ortaya çıkardığı silah ve nükleer füzeleri de dikkate alarak yorumlamak elzem olacaktır. Yani günahı sevabından çok olan bir epistemenin ürettiği toplumsallığın yaşamda bir karşılığı olmayacaktır. Olmamalıdır da…
Bu yazı, sosyal mecralarda yapılan tartışmaların dışında bir gerçekliği işaret babında yorumlanmalı ki yazının amacını gerçekleştirmede fonksiyonel olsun…
Abdulaziz Tantik