Bütünlüğe Dair Kaybolan Bakış…
Bütünlüğe Dair Kaybolan Bakış…Bütünlüğü kavramadan, parçaya dair geliştirilecek her teori, bakış ve yorum nakıs kalacaktır. Bütünlüğü kavramak içinde parçadan bütüne doğru bir akış içinde ve her adımda parçayı daha büyük bir bütünlük içinde kavrayacak bir zihni aşkınlığa sahip çıkmak elzemdir. Sınırlarını aşmadan bütünlüğe yönelik geliştirilecek her yaklaşım yine eksik kalacaktır. Bu yüzden, bize çizilmiş sınırlar; ister bu sınırlar yaklaşım biçiminde olsun, ister bu felsefi sistemde olsun, ister bu bilimsel verilerde olsun fark etmez, bir zaaf taşır. Her sınırlama hareketi kendi içinde bir zaafı işaret eder.
Bütünlüğe dair bakışa ulaşmak içinde bütünlüğü tam olarak ‘bilen’ bir iradenin bildirdiği ‘bilgi’yi dikkate alarak yol almak elzemdir. Bu çerçeve içinde vahiy, bütünlüğün neliği konusunda insan zihnini aşkınlıkla buluşturacak bir zemini işaret eder. İnsan, vahyin izlerini takip ederek yaşadığı sınırlı dünyanın aslında sonsuz bir yaşamın sadece izdüşümü olduğunu kavrayarak bütünlüğe dair bir hakikatli yaklaşım geliştirebilir. Bu da son noktayı koymamayı bir ilke olarak öne çıkarmayı zorunlu kılar. Burada asıl önemli soru; mevcudu oluşturan şartları da oluşturacak şartlar vardır ve bu şartları da aşacak yeni şartların inşa edilmesi mümkündür. İşte bu zeminde insan, bakışını aşkınlığa çevirerek yeni durumların inşa edilmesine zemin oluşturacak bakışlar ve eylemler ortaya koyabilir.
Son dönemlerde ABD başta olmak üzere batı düşüncesinde bütünlüğe dair vurgular giderek çoğalmaktadır. Epistemede çoğulculuğu kabul ederek, sezgisel olanın akli ve bilimsel olanla eşdeğer bir anlam taşıdığını kabul ederek yolculuğu sürdürmek zorunluluğunu duymaktadırlar. Özellikle büyük firmalar, ihtisas sahibi kişileri değil, bütünlüğü kavrayan, idrak eden ve ilgi alanı kılan şahsiyetleri önemli mevkilere getirmeye başladılar. Bir çıkış noktası aranıyorsa bu ancak mevcut şartları aşan ve bütünlüğü görerek yeni şartların inşa edilmesini sağlayacak bir zemini işaret eden akıl tarafından bulunacaktır.
Modern düşünce bizi sınırlar içinde yaşayarak mutlu olacağımızı söylemektedir. Bu sınırları ise kendisi belirlemekte ve asli bir boyut olarak kendi mutluluğunu garanti altına almaktadır. Son iki yüzyılın muktediri olarak modernleşme kültürü ve yaşam pratiği insanları bir türlü mutlu edememektedir. Ayaklarının altına serilmiş büyük zenginliklere rağmen bunu sağlamada yetersiz kalmaktadır. Giderek kendisine yabancılaşmış bir nesil ortaya çıkmakta ve insanlığından utanan yeni nesiller, yabancılaşmayı derinleştirmekten öte bir işlevselliğe sahip olamamaktadırlar. Ama bu durum birilerinin iktidarını mutlak bir iktidar haline dönüştürmekte ve bir azınlık grup, tanrı gibi işlevsellik kazanarak modern yaşam biçimini belirlemeye devam etmektedir. Son iki yılın çıplak kültürünü de bu zeminde tartışmakta yarar var. Hayvandan daha aşağı bir süreci meşrulaştırarak gündemleştiren her türlü kültürel faaliyete hayır diyebilecek bir zihni yapı da var bulunmamaktadır. Olanlar ise bu gidişata hayır diyecek gücü gösterememektedirler…
Modern dünyayı kendi bütünlüğü içinde reddetmeden bir çıkış yolu bulmak ve insanın yabancılaşmasını durdurmak neredeyse imkânsız görülmektedir. Çünkü modern düşünce kendi bütünlüğünü muhafaza edebilmek adına kendi iç bütünlüğü içindeki her farklı parçayı meşrulaştırarak onu değişime uğratmayı büyük bir beceri olarak uygulamaktadır. Yaşadığımız çağdaki bütün kültürlerin bir şekilde modernleşme tasallutuna maruz kalmalarını bu çerçeve içinde değerlendirmeliyiz. İslam gibi ilahi bir dinin bile modernleşme tuzağına düşen Müslümanlar eliyle, modernleşmenin bazı iyi taraflarının olabileceği görüşü üzerinden uyumlu ve uzlaşımlı bir çerçeve çizmeye çalışması, dine karşı Müslümanları yabancılaştıran bir ortam oluşturmuştur. Giderek fesada uğrayan müslüman zihin, ne yapacağını bilememenin ezikliği içinde yine modernleşmenin sunduğu imkânlar içinde kendine bir çıkış yolu aramayı sürdürdükçe daha da batmaya devam etmektedir. İktidar alanları sunulduğu halde Müslümanların bir türlü kendileri olma yolunda bir adım atamamaları önemli bir sorun alanı olarak önlerinde durmaktadır.
Benzer bir durum Türkiye iç siyaseti içinde geçerlidir. Türkiye’nin geleceğini modernleşmenin kazandırdığı refleksler üzerinden kurma çabaları hep bir kaotik durumla karşılaşmaya itmektedir. Hâlbuki Türkiye iki bin yıllık bir tarihe kaynaklık eden bir tecrübenin sahibidir. Bu tecrübe iki yüzyıllık bir tarihi birikime havale edilerek anlaşılamaz! İmparatorluğu yok eden ve Anadolu sınırları içine hapsolmuş bir tarihi olduğu gibi kabul etmenin Türkiye siyasal hayatına kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Modernleşme parçalayıcı özelliği sayesinde sürekli Türkiye siyasetinde bir çatışmayı normalleştirmiştir. Dindar Seküler, Alevi Sünni, Kemalist, Muhafazakâr dindar, Türk Kürt ve benzeri çatışma alanları içinde sol ve milliyetçilik gibi geçmişte kalan çatışma alanlarının yeni zeminlerde göçmen yerli çatışmasına dönüştürüldüğü de görülebilinmektedir. Bütün bu çatışma alanlarını aşacak bir yol, yordam, yöntem, bakış ise ancak mevcudu aşacak ve bütün çatışma alanlarını geride bırakacak yeni bir düşünce ve eylem zemininde işlevsellik kazanabilir.
Anlamın çıkara terk edildiği bir zeminde çatışmayı yok edecek bir zeminin kurulmasını beklemek hayal olacaktır. Anlama tekrar dönüş sağlanmalı ve her parçayı kendi bütünlüğü içinde sağlam bir zemine yaslandırarak daha üst bir bütünlük içinde yeniden tanımlanmalıdır. O zaman gerçek düşman içerde birbirine düşürülmüş parçalar değil, bu parçaları düşman haline getiren üst bütünlüğün modernleşme olduğunu gözlemlemek mümkün olacaktır. Bu noktadan hareket etmeyen bütün yaklaşımlar, kendi iktidar alanını dikkate alarak yol alacağı için çatışma kaçınılmaz olacaktır. Geçici barışın çatışmayı durdurması söz konusu olamaz! Sadece geçici bir durmayı içerecektir.
O yüzden her parça ‘beni parça kılan ve beni diğer parça ile çatıştıran bu durumun hakikati nedir ve niye ben buna uyuyorum’ sorusunu sorması elzemdir. Bana dayatılan bu durumun kendisi benim için ne anlam ifade ediyor diye bakmaya başladığı andan itibaren içinde bulunduğu illüzyonun bozulduğunu anlayacak ve nasıl bir aldanış ile aldatıldığını görebilecektir. Hipnoza uğramış zihinlerin yeniden uyandırılması için bir parmak çıtlatmak şart olmuştur. İşte bu noktada içinde var olduğumuz dünyadan daha büyük bir dünyanın varlığını önce anlamak ve sonra ona dair bir bilgi üzerinden bakış geliştirmek sorunu çözmekte ve yeni bir çıkış kapısı aralamakta olmazsa olmaz olarak kayıtlara geçirilmelidir.
Basit bir örnek, bir çemberden çıkış yolu; o çemberin sınırlarını aşmaktan geçmektedir. O zaman eğer biz bu yaşadığımız hayatın anlamsızlığını idrak ederek artık gereksizliğine inanmış isek buradan çıkışın yolunu bulmak zorunluluğunu hissederek yola çıkarız. Bu yola çıkış bizi doğru hedefe taşıyacak bir bakışı da beraberinde sunacaktır. Sadece bize sunulan şeyin bizi uyutan ve hipnoza tabi kılan bir süreç olduğunu kabul ederek artık bu sunulan şeylerin reddedildiği bir zemine sahip çıkmalıyız. O zaman kendimizi bizi saran sarmaldan kurtaracak bir bakışa sahip olduğumuzu görebiliriz. Bunun için gereken tek şey, sadece kurtulmayı öne çıkarmak ve samimi olmaktır. Zaten daha önce bu durumlar yaşanmış ve insanlık tecrübesinde bu durum mevcuttur. Her peygamber insanlara dayatılan sınırları aşacak yeni bir aşkınlığı insanların kendilerine teklif etmiştir. İnananlar kurtulmuş, inanmayanlar ise kaybetmeye mahkûm kalmışlardır. Bu insanların karşı karşıya kaldığı en büyük imtihanıdır…
Abdulaziz Tantik